22 January 2013

Burjuvazinin Korkusu ve 24 Ocak

(Ocak, 2013, soL)

24 Ocak ve 12 Eylül'ü yaşayarak hatırlayanların sayısı gün geçtikçe azalıyor. Bazılarımız daha o zamanlar aramızdan ayrıldı. Bugüne kalanlar, aradan geçen yılların belleklerindeki tahribata ne kadar direnseler de yaşadıklarının ayrıntıları gittikçe silikleşiyor; yerler, isimler biribirine karışıyor; bazı şeyler unutuluyor; olmayan ve yaşanmamış sanki gerçekliğe dönüşüyor. Gençlerin çoğunluğu ise televizyon dizilerinden ve çoğu para peşinde koşan yönetmenlerin çektiği sinema filmlerinden, zamanında kutsal bilinen değerlerin bugün paraya çevrilmesi için yazılan veya uydurulan anılardan, televizyon ekranlarında sıra sıra boy gösterenlerin “paylaştığı” fikirlerden o günleri öğrenmeye çalışıyor. Bellek yıkımı para hırsıyla birleşince, 12 Eylül'den önce ne vardı, sonrasında ne oldu sorularının cevaplarını bulmak gittikçe güçleşiyor.


Öncesi

12 Mart darbesinden sonra yapılan ilk genel seçimlerde en yüksek oyu alan ve yaklaşık 10 aylık bir iktidar döneminde Milli Selamet Partisi ile koalisyon ortaklığı yapmak zorunda kalan Bülent Ecevit, Kıbrıs harekatının yarattığı özgüven ve kamuoyu desteğini 1973 yılı seçimlerinden daha başarılı bir sonuca dönüştürmek ve bir erken seçime gidilmesini zorlamak amacıyla koalisyondan ayrılınca, Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Cumhuriyetçi Güven Partisi ve Demokratik Parti'den ayrılan 12 milletvekilinin katılmasıyla tarihimizde 1. Milliyetçi Cephe (veya kurulduğu tarihe atfen 31 Mart) Hükümeti adı verilen koalisyon kuruldu. 1977 yılı haziran ayında yapılan genel seçimlerde Ecevit başkanlığındaki CHP tarihte erişebildiği en yüksek oy oranıyla (%41,38) milletvekili sayısını 185'ten 213'e çıkarttı. Seçim sonuçları kesinleşmeden Ecevit'in “Tek başımıza iktidar olduk” demeci, parlamento çoğunluğu olan 226 milletvekilliğine ulaşılamadığının anlaşılmasıyla büyük bir düş kırıklığı ve öfkeye yol açtı.

İktidara bu kadar yaklaşmışken bırakmak istemeyen Ecevit'in kurduğu azınlık hükümeti temmuz ayında güvenoyu alamayınca Süleyman Demirel başkanlığında kurulan 2. Milliyetçi Cepha Hükümeti aynı yılın aralık ayında yapılan yerel seçimlerde CHP'nin genel seçimlerden de yüksek bir oy oranı elde etmesiyle sarsıldıysa da 1978 yılı ocak ayına kadar iktidarda kalmayı başardı. Siyasal tarihimize “Güneş Moteli” olayı olarak geçen pazarlıklar sonucunda Adalet Partisi'nden istifa ederek ayrılan 12 milletvekilinin 31 Aralık 1977 günü hükümet aleyhine verilen gensoru oylamasında muhalefet ile birlikte oy kullanması sonucunda 2. Milliyetçi Cephe Hükümeti düştü. Bundan beş gün sonra kurulan Ecevit hükümetinde bu milletvekillerinden 10 tanesine bakanlık verildi.

Üçüncü Ecevit Hükümeti diye de bilinen bu hükümet 1979 yılı kasım ayında düşünceye kadar TÜSİAD'ın gazetelere ilan vermeye kadar ulaşan muhalefeti ve Maraş katliamının yıkıcı etkileriyle boğuştu. 1979 yılı ekim ayında “bej” milletvekilliği için yapılan ara seçimlerde daha önce kazanmış olduğu Aydın, Edirne, Konya ve Muğla'da kaybedip, daha önce kazanamadığı Manisa'da da yenilgiye uğrayınca kasım ayı başında istifa etti. Adalet Partisi tarafından kurulan azınlık hükümeti, eski Milliyetçi Cephe ortaklarının desteğiyle 12 Eylül 1980'e kadar iktidarda kaldı.

Yukarıda, dört paragrafta anlatılan bu iktidar çekişmesi yıllarının arka planında yakın tarihimizin en karanlık ve en uğursuz olayları yatıyor. Katliamlar, faşist çetelerin cinayetleri, milletvekili satınalmalar, yolsuzluklarla dolu bu yılların siyasal tarihi yazılmayı bekliyor. Ama, bizi burada 24 Ocak ve 12 Eylül'ün ve sonrasının ekonomik kökenleri daha çok ilgilendiriyor.


İthal İkamesine Dayanan Kalkınma ve Kriz

Yakın tarihimiz ve günümüzle ilgili ekonomik çözümlemeleriyle yüzümüzü ağartan iki iktisatçımız, 1972-1980 yıllarını belirgin nitelikleriyle biribirinden ayrılan iki ayrı dönemde inceliyorlar. Birinci dönem 1972-1976 yıllarını kapsıyor ve “İthal İkamesine Dayanan Sanayileşme” diye adlandırılırken ikinci dönem 1977-1980 yıllarını kapsıyor “Ekonomik Kriz” yılları olarak anılıyor. (Bir gazete yazısında akademik yazım kurallarına uyarak ayrıntılı dipnotlar vermek tuhaf kaçacağı için, bu yazının hazırlanmasında başvurduğum bellibaşlı kaynakları ve bu kaynaklar hakkındaki düşüncelerimi “Kaynaklar Hakkında” başlıklı kutuda belirttim. Böylece, hem yararlandığım kaynak ve kişilere karşı olan borcumu yerine getirdiğime hem de bu konuları araştırmak isteyebilecek kişilere bazı ipuçları verdiğime inanıyorum).

Ekonomik kriz yılları 1. Milliyetçi Cephe Hükümeti'nin son altı ayı ile Demirel'in azınlık hükümetinin sona erdiği tarihler arasına denk geliyor.

İthal ikamesine dayalı sanayileşme politikaları güden ülkelerde, ihracata yönelik sanayileşme politikasının aksine, işçi ücretlerinin sıkı bir baskı altında tutulmasına pek rastlanmıyor. Bunun temel nedenlerinden birincisi ücretlerdeki artışın artan üretimin satın alınmasında giderek daha yüksek bir paya sahip olması, ikincisi ise reel ücretlerdeki artışın işgücü verimliliğindeki artışın üstüne çıkmadığı sürece sermayeye giden payın da artması. Burjuvazi buna çok dikkat ediyor. Reel ücretlerdeki artış işgücü verimliliğindeki artışa yaklaşmaya başlayınca tedirgin oluyor çünkü üretilen zenginliklerden aldığı payın azalması tehlikesi beliriyor.

Ekonomik kriz diye adlandırılan 1977-1980 döneminde bu ilişkinin yönüne aşağıda tekrar değineceğiz. Ama, şimdi kriz nitelemesinin ardında yatan olguları kısaca gözden geçirmemiz gerekiyor. Krizi tetikleyen temel nedenlerden birisi ve belki de en önemlisi petrol fiyatlarındaki 1970'li yıllar boyunca süren yükselmedir. 1970 yılında bir varil ham petrolün ortalama fiyatı 1,9 dolar iken, 1976'da 11,8 dolar, 1979'da 18,1 dolar, 1980'de ise 33 dolar oldu. Petrol fiyatında 10 yıl içinde meydana gelen 16 katlık artış, ihracatı sınırlı sayıda ve çoğunluğu tarımsal kökenli üründen oluşan Türkiye'nin dış ticaret dengesi üzerinde çok olumsuz etkiler yaptı. İhracatın ithalatı karşılama oranı %30'lara kadar düşerken yurtdışından sağlanan kredilerin kuruması, yüksek faiz ödenerek ve kur garantisi verilerek Dövize Çevrilebilir Mevduat adı altında ülkeye getirilmeye çalışılan kaynakların da yetersiz kalması sonucunda Türkiye ithalatını standart dış ticaret ödeme biçimi olan akreditifler yerine ancak peşin ödemeyle yapabilmeye başladı. İhracatçı ülke bankalarının Türkiye bankalarının akreditiflerini kabul etmemesi ve nakit talep etmesi sonucunda düşülen durumu başbakan Demirel 1977 yılı kasım ayında “Türkiye 70 sente muhtaç” diye açıkladı.

1977 yılında (1987 fiyatlarıyla) %3,4 olan büyüme hızı 1978'de %1,5'e düştü. Ertesi yıl büyüme yerini %0,6, 1980 yılında ise %2,4 küçülmeye bıraktı. Krizden en çok etkilenen sektör imalat sanayii idi: 1979 yılında %6,1, 1980'de ise %3,9 küçüldü. Bu sektördeki kapasite kullanım oranı 1978 yılındaki %60,2 düzeyinden 1980 yılında %54,3'e geriledi. İmalat sanayiindeki makinelerin nerdeyse yarısı boş yatıyordu. Temel ihtiyaç ve tüketim maddeleri kıtlığı, karaborsa, sürekli hale gelen elektrik kısıntıları; benzin, margarin, ampul, likit gaz kuyrukları geniş halk kitlelerinde hoşnutsuzluğa yol açıyordu.

Türkiye, dış borçlarının ertelenmesi veya yeniden yapılandırılması için kreditör ülkelerin temsilcilerinden oluşan ve resmi bir niteliği olmayan Paris Kulübü adlı kuruluşun kapısını 1978-1980 yıllarında tam üç kez çaldı. (Bu toplantılara katılan politikacı ve bürokratların nasıl bir muamele gördükleri konusundaki anıları insanın içini burkar).


İşçi Sınıfı ve Grevler

1961 anayasasının sağladığı ortamda yeşeren ve grev/toplu sözleşme hakkıyla güçlenen sendikalar reel ücretlerin yükseltilmesinde önemli başarılar sağladılar. O kadar ki, 1970-1980 yılları arasında reel ücretler (1974 yılı dışında) sürekli yükseldi. İşçi sınıfının maddi koşullarında meydana gelen bu iyileşme kendiliğinden değil, mücadele ve grev ile oldu. Aşağıdaki tablo 1975-1980 yılları arasında Fransa, İngiltere ve Türkiye'deki grevlerle ilgili ilginç bulgular gösteriyor:

Tablo 1: Grevler, Greve Katılan İşçiler
1975 1976 1977 1978 1979 1980
Fransa (Tüm sektörler)
Grev başına işçi sayısı 470 465 585 221 310 236
Ortalama grev süresi 2,1 2,0 1,3 3.0 3.3 3.0
İngiltere (Sadece imalat sanayii)
Grev başına işçi sayısı 426 436 498 460 1.753 745
Ortalama grev süresi 8,0 4,7 9,4 11,0 10,1 23,9
Türkiye (Tüm sektörler)
Grev başına işçi sayısı 118 125 266 112 167 386
Ortalama grev süresi 49 45 89 44 55 15

Kaynak: ILO Laborsta (eski veritabanı).

Fransa ve İngiltere gibi sınıf bilincinin ve işçi sınıfı örgütlenmesinin çok yüksek düzeyde, sınıf mücadelesi tarihinin yüzyılı aşkın bir geçmişe sahip olduğu iki ülkeyle Türkiye'nin karşılaştırılması biraz iddialı gibi görünse de ortaya şaşırtıcı bir sonuç çıkıyor. Bu iki ülkenin ekonomik gelişmişlik düzeyi ve dolayısıyla ortalama işletme büyüklüğü göz önüne alınırsa grev başına işçi sayısı konusunda Türkiye ile çok büyük bir farkları yok. Bir o kadar ilginç olan diğer sonuç ise, özellikle Fransa'da, ortalama grev süresinin Türkiye'deki ortalamadan çok düşük olduğu. Bu ülkede altı yılın ortalama grev süresi 2,45 gün; İngiltere'de 11,18 gün. Türkiye'de ise 49,5 gün. Bu grevlerin sonuçlarının ne olduğunu bilmesek de 1976-1980 yılları arasında Türkiye'deki sendikal mücadelenin çok dayanıklı ve inatçı olduğunu söyleyebiliriz.

İşte bu inatçılık ve mücadele azmi 1975-1980 yılları arasında reel ücretlerin işgücü verimliliğindeki artışın üzerinde bir hızda seyretmesini sağlıyor. Aşağıdaki grafik bu ilişkiyi gösteriyor:

Grafik 1: Emek Üretkenliği ve Gerçek Ücretler 1975-1980

Mavi çizgi gerçek ücretleri, kırmızı çizgi ise emek üretkenliğini gösteriyor. Her iki zaman serisi de 1987 yılı bazlı tüketici fiyat endeksiyle deflate edilmiş. 1975 yılında artmaya başlayan reel ücretler 1976-1979 yılları arasında emek üretkenliğindeki artışın üzerinde seyrediyor, 1980 yılında azalarak üretkenliğin altında kalıyor. Gerçek ücretlerdeki bu artışın yukarıdaki tabloda özetlenen mücadelenin ürünü olduğunu herkesin kolaylıkla kabul edebileceğini düşünüyorum.

İhracata yönelik sanayileşme politikaları açısından burjuvazinin katlanmaya tahammül edemeyeceği bir durum vardı ortada. Türkiye böyle bir gelişme stratejisi izlemiyordu ama açıkça görülen oydu ki reel ücretlerdeki artışlar sermayeye giden payı azaltacak bir gelişme gösteriyordu. İhracata dayalı üretim yapan ülkelerin başında gelen ve yıllarca bize tavsiye edilen Güney Kore modelinde 1968-1988 yılları arasında imalat sektöründe emek üretkenliği yılda ortalama %10 artarken reel ücretler sadece %3,7 artıyordu. Reel ücretlerin devlet zoruyla baskı altına alınması, Güney Kore'nin uluslararası pazarlarda rekabetçi konumunu koruyor ve geliştiriyordu.


Kriz için Çözüm

Petrol fiyatlarındaki artışın tetiklediği ödemeler dengesi sorunları zamanında alınabilecek önlemlerle geçici biçimde olsa da azaltılabilir ve hatta çözülebilirdi. Nereden bakarsak bakalım Türkiye'nin karşılaştığı durum yeni bir şey değildi ve ilk kez Türkiye'nin başına da gelmiyordu. Döviz kıtlığı biçiminde kendini gösteren sorun tipik bir ödemeler dengesi kriziydi ve çözümü için birçok ülkede uygulanan bir reçete vardı: Merkez Bankası başkanı ve bazen Maliye bakanı görevden alınır, ulusal para yabancı paralara göre devalüe edilir, yeni bir döviz darboğazıyla karşılaşılıp aynı reçete tekrar uygulanana kadar yola devam edilirdi. Milliyeçi Cephe hükümetlerinin popülist politikaları yüksek bir devalüasyon yapmaya engel oluyordu. Bu yüzden, türk lirasının dolar karşısındaki değeri 1975-1979 yılları arasında küçük ayarlamalarla tam yedi kez düşürüldü: 1975 yılı başında 14 TL olan dolar 1979 yılı ortasında 35 TL oldu. Bu tür mini devalüasyonların derde deva olmayacağı biliniyordu ama yüksek bir devalüasyonun yaratacağı genel fiyat düzeyi yükselmesi ve özellikle ithalata dayalı tarım girdilerinin fiyatlarında meydana gelecek artışlar böyle bir karar alınmasını engellemişti.

Demirel, azınlık hükümetini kurduktan sonra Turgut Özal'ı başbakanlık müsteşarı yaptı. Özal'ın hazırladığı ve “24 Ocak Kararları” olarak bilinen bir dizi bakanlar kurulu kararı 25 Ocak, 1980 günü Resmi Gazete'nin iki mükerrer sayısında yayımlanarak yürürlüğe girdi. Kararlarda sürpriz olmayan tek şey, dolar kurunun 70 TL olarak belirlenmesiydi. Kararların geriye kalan bölümleri, ihracata dayalı bir serbest piyasa ekonomisinin kurulabilmesi için gerekli ön koşulları oluşturuyordu. Kambiyo işlemlerinin ve dış ticaretin serbestleştirilmesi için atılan adımları, ihracatı teşvik etmek için alınan tedbirler, fiyat kontrollerinin kaldırılması, kamu yatırımlarının sınırlandırılması ve bir dizi temel malın fiyatına yapılan zamlar izliyordu. Hiç kuşku yok ki, 24 Ocak Kararları, Dünya Bankası ve IMF'nin “yapısal uyum” ve “istikrar politikası” paketlerinin birebir izdüşümü olmasa da büyük ölçüde benzeşmekte ve daha sonra uygulamaya konulacak olan “serbest piyasa ekonomisi” rejiminin tohumlarını taşımaktadır.

Ne var ki, 24 Ocak Kararları'nın öngördüğü ihracata dayalı ekonomik gelişme programının vazgeçilmez koşulu, reel ücretlerin baskı altına alınmasını gerektiriyordu.


12 Eylül ve Sonrası
 
24 Ocak Kararları ve 12 Eylül darbesi arasındaki nedensellik ilişkisinin yadsınamayacak iki kanıtı var. Bunlardan birincisi, bir devamlılık ve kararlılık gösterisi olarak Özal'ın darbeden sonra kurulan Bülent Ulusu hükümetinde devlet bakanı ve başbakan yardımcısı olarak görevlendirilmesidir. Fikir babası ve mimarı olduğu ihracata dayalı piyasa ekonomisi modelini hayata geçirmesi için cunta Özal'a gerçekten de özel bir önem vermiştir. Ülkeyi kardeş kavgasına sürüklediği için devirdiği hükümetin başbakanlık müsteşarını başbakan yardımcısı yapan bir askeri darbe herhalde ilk kez ve sadece Türkiye'de yapılmıştır.

İkinci nedensellik ilişkisini ise 12 Eylül sonrası ekonomik göstergelerde aramalıyız. Emekçi sınıfların yaşam koşullarını etkileyen en önemli göstergelerden birisi olan İstanbul Ticaret Odası Ücretliler Geçinme endeksi 1980-1990 yılları arasında tam 75 kat arttı. Bu endeksin bileşenlerinden olan gıda maddelerinde artış 77 kat, ısınma ve aydınlatmada artış 79 kat oldu. İmalat sanayiinde reel ücretler 1980-1988 yılları arasında %15 azaldı. 1981-1982'de %1,1 azalan imalat sanayii reel ücretleri 1983-1987 arasında %3,9, 1988'de ise %7,1 azaldı. Aynı dönemlerde ücretlerin imalat sanayii katma değeri içindeki payı %24,5'den %15,4'e geriledi. Toplam maliyetler içinde kârların payı 1980 yılındaki %33,5 düzeyinden 1988 yılında %40,8'e yükselirken ücretlerin payı %22,5'ten %17,7'ye geriledi. Emekçi sınıfların aleyhindeki tüm bu gelişmeleri en ayrıntılı istatistiklerden bile daha iyi anlatan kişi ise “Şimdi gülme sırası bizde” diyen TİSK başkanı Halit Narin oldu.

12 Eylül darbesinin 24 Ocak kararları, bunu izleyen ihracata dayalı serbest piyasa ekonomisi ve işçi ücretlerinin baskı altına alınması arasındaki nedensellik ilişkisini araştırırken bakmamız gereken bir başka gösterge grevler ve greve katılan işçi sayılarıdır. Aşağıdaki tablo 1980-1988 yılları arasındaki durumu özetliyor:

Tablo 2: 12 Eylül Sonrası Grevler ve Greve Katılan İşçiler
1980 1981 1982 1983 1984 1985 1986 1987 1988
Grev sayısı 220 - - - 4 21 28 307 156
Greve katılan işçi sayısı 84.832 - - - 543 2.410 7.926 29.734 30.057

Kaynak: ILO Laborsta (eski veritabanı).

Cunta döneminin eseri 2821 ve 2822 sayılı yasaların getirdiği ortam, darbeden sekiz yıl sonra bile ne grev ne de greve katılan işçi sayısının darbe öncesi döneme ulaşabildiğini gösteriyor.

Şimdi sıra, nedensellik ilişkisinin en can alıcı noktası olan reel ücretler ile emek verimliliği arasındaki farklılaşmayı incelemeye geldi. Yukarıda kısaca değindiğimiz Güney Kore örneğinde olduğu gibi, grevlerin yasaklandığı 1981-1983 dönemi ihracata dayalı ekonomi modelinin hayata geçirilmesinde ilk basamağı oluşturuyor. Sendikalaşmanın tehlikeli bir macera haline getirildiği, toplu iş sözleşmelerinin sosyal yardım kalemlerinden arındırıldığı, greve çıkmanın giderek zorlaştırıldığı bu dönemin temel özelliği burjuvazinin, reel ücretleri sürekli olarak işgücü verimliliğindeki artışların altında tutma çabalarıdır. Ancak bu yolla, ihracat malları maliyeti içindeki ücret payı düşürülebilecek ve ancak bu yolla ihracat pazarlarında bir yer elde edinilebilecektir.

Aşağıdaki grafik 1980 yılını baz alarak 1980-1990 yılları arasında emek üretkenliği ve reel ücretlerin seyrini gösteriyor:

Grafik 2: Emek Üretkenliği ve Gerçek Ücretler 1980-1990

Bu ilişkiyi 1975-1980 yılları arasında gösteren grafik gibi burada da mavi çizgi gerçek ücretleri, kırmızı çizgi ise emek verimliliğini gösteriyor. İki grafik arasındaki fark, bu grafikte emek üretkenliği ile reel ücretler arasındaki ilişkinin tersine dönmüş olmasıdır. Emek üretkenliği, 1984 yılı dışında sürekli olarak her yıl artmış, reel ücretler ise 1988 yılına kadar sürekli olarak düşmüş ve tüm dönem boyunca emek verimliliğinindeki artışın altında kalmıştır.

Üretkenlik ve reel işçi ücretleri arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışan bir başka çalışma da benzer bir sonuca ulaşmaktadır. Grafik 1'de olduğu gibi zaman serilerinin 1987 yılı bazlı tüketici fiyat endeksiyle deflate edilmesiyle elde edilen sonuç aşağıda gösterilmiştir:

Grafik 3: Emek Üretkenliği ve Gerçek Ücretler 1980-1989

İkinci grafik ile bu grafik arasındaki tek fark, üretkenliğin, 1984 yılı dahil, sürekli olarak artmasıdır. Reel ücretler ise yine sürekli olarak azalmakta ve ancak 1988 yılında artmaya başlamaktadır. 24 Ocak kararları ile 12 Eylül darbesi arasındaki nedenselik ilişkisini bu iki grafikten daha iyi anlatacak başka bir görsel araç bulmak pek kolay olmayacaktır. İşçi sınıfı, 1980 öncesi mücadeleleriyle elde ettiği tüm kazanımlarını yitirdiği gibi darbeyi izleyen 10 yıl içinde yeni kazanımlar elde edememiştir.

12 Eylül, yalnız darbe hükümetinin başbakan yardımcısı, daha sonraki ANAP hükümetlerinin başbakanı ve cumhurbaşkanı Özal için değil bir bütün olarak sermaye sınıfı için gerekliydi. Darbenin yıkıcı gücü olmadan reel ücretlerdeki artışı baskı altına almak mümkün değildi.

İşte bu nedenle, AKP ve izlediği piyasacı politika da 24 Ocak ve 12 Eylül'ün ürünüdür diyoruz. Tanık olduğumuz gerçek, bu kez askeri kaba güce dayanmadan sürdürülen 24 Ocak ve 12 Eylül'dür.


Kaynaklar Hakkında
 
Konumuzla ilgili en geniş kapsamlı çalışmaları yapan üç akademisyenden ikisi, Tuncer Bulutay ve Korkut Boratav, 12 Eylül darbecileri tarafından üniversitedeki görevlerinden uzaklaştırıldılar. Üçüncüsü olan Erinç Yeldan ise o tarihte henüz üniversite öğrencisiydi ama öğretim üyesi olsaydı onun da Bulutay ve Boratav gibi üniversiteden çıkarılacağını tahmin edebiliyorum. 1980 sonrası imalat sanayii verilerini ve diğer istatistikleri Bulutay'ın kitabından aldım: Employment, Unemployment and Wages in Turkey, Ankara, 1995. Korkut Boratav ve Erinç Yeldan'ın ortak makaleleri olan: “ Turkey 1980-2000: Financial Liberalization, Macroeconomic (In)-Stability, and Patterns of Distribution,” L.Taylor (ed.), External Liberalization in Asia, Post-Socialist Europe and Brazil, Oxford, 2006, s.417-455, özellikle 1980 sonrası gelişmelerini anlamak için kullandım. 1972-1976 ve 1977-1980 dönemlerinin tanımlanmasını da aynı kaynaktan aldım.

1 ve 3 numaralı grafikleri oluşturan verileri aldığım kaynak: M.V.Pazarlıoğlu, E.İ.Çevik, “Verimlilik, Ücretler ve İşsizlik Oranları Arasındaki İlişkinin Analizi: Türkiye Örneği,” 8. Türkiye Ekonometri ve İstatistik Kongresi'ne sunulan tebliğ, Mayıs, 2007, İnönü Üniversitesi, Malatya. İki numaralı grafiğin kaynağı ise Erinç Yeldan'ın Bilkent Üniversitesi'ndeki web sayfaları: http://www.bilkent.edu.tr/~yeldane/manprwg.pdf. Bu grafiği kullanmama izin verdiği için Prof. Yeldan'a teşekkür borçluyum.

Her üç grafik de pdf formatında olduğu için bu yazı için yeniden üretilmeleri gerekiyordu. Bu işlemi linux tabanlı engauge-digitize yazılımını kullanarak yaptım. Grafiklerin sayısallaştırılması sırasında insan ne kadar titiz davranırsa davransın hata yapabiliyor. Ama sayısallaştırdığım bu grafiklerin özgün biçimlerine çok yakın olduklarına eminim.

Güney Kore ile reel ücret ve verimlilik bilgilerini aldığım kaynak: Young-lob Chung, South Korea in the Fast Lane: Economic Development and Capital Formation, Oxford, 2007, s.228.

Fiyat endekslerini ve diğer perakende istatistikleri, Devlet Planlama Teşkilatı'nın lâğvedilip Kalkınma Bakanlı'ğına katılmadan önce bir avuç gayretli insanın oluşturduğu “Ekonomik ve Sosyal Gelişmeler” tablolarından aldım. Sekiz bölümde 198 tablo içeren bu veri kümesi süreklilik ve karşılaştırılabilirlik açısından hem TÜİK'in hem Merkez Bankası'nın elektronik veri dağıtım sisteminden daha iyi. TÜİK veritabanında, belediye atıksu istatistiklerinin ayrıntılı dökümünü bulabiliyorsunuz ama aynı baz yılına ait sürekli bir milli gelir zaman serisi bulamıyorsunuz. Genç araştırmacılara tavsiyem, Ekonomik ve Sosyal Gelişmeler tablolarını kaybolmadan bir an önce bilgisayarlarına indirmeleri.

Grevler ile ilgili istatistikleri Uluslararası Çalışma Örgütü'nün artık güncellenmeyen eski veritabanı Laborsta'dan aldım. Türkiye ile ilgili bölümlerde işgücü, ücret ve sendikalaşma oranı istatistklerinde büyük boşluklar var. Bu boşlukların nedeni, Türkiye'nin gönderdiği istatiksel verileri Uluslararası Çalışma Örgütü'nün“nevi şahsına münhasır” oldukları gerekçesiyle kabul etmemesi. Bu da herhalde “uydurma” demenin kibarcası oluyor: A.Çelik, K.Lordoğlu, “Türkiye'de Resmi Sendikalaşma İstatistiklerinin Sorunları Üstüne,” Çalışma ve Toplum, c.2, s.9, 2006.

No comments:

Post a Comment