23 April 2013

soL'cular Neden Linux Kullanmalı


(soL, Nisan 2013)

Özgür yazılım hareketinin en parlak örneklerinden biri olan Linux işletim sisteminin bazı özelliklerinden hareketle soL okurlarının neden linux kullanmaları gerektiği konusundaki düşüncelerimi aktarmak istiyorum.

Bilimkurgu meraklılarının özellikle Cryptonomicon ile hatırlayacakları Neal Stephenson'ın 1999 yılında yazdığı “In the Beginning was the Command Line” başlıklı uzun makalesinde kullandığı bir benzetmeyle başlayacağım. Stephenson bu makalede işletim sistemlerini karşılaştırıyor; Windows ve OS X gibi paralı sistemlerin uzun vadede yerlerini bedava dağıtılan özgür yazılım temelli sistemlere bırakacağı kehanetinde bulunuyor. Bu kehanet şimdilik doğru çıkmadı. Dahası, makaleyi yazdığı sıralarda bir Linux dağıtımı (Debian) kullanırken, 2004 yılında OS X kullanmaya başladı. Stephenson'un öngörüsünün gerçekleşmemesi ve özgür yazılım kullanmaktan vazgeçmesi makalesinin değerini azaltmıyor.

Stephenson işletim sistemlerini taşıma araçlarına benzetiyor ve kişisel bilgisayar sahiplerinin 1999'da kullanabilecekleri dört işletim sistemini karşılaştırıyor: Windows, Mac bilgisayarlarının o zamanlar kullandığı OS 9, Linux ve BeOS. Bu sonuncu sistem, ne yazık ki, uzun ömürlü olamadı. Teknolojik ve estetik olarak Windows ve OS 9'dan çok daha ileride olan BeOS, kullanıcıları çekmeye yetecek kadar çok sayıda uygulama programlarına sahip olmadığı için kayboldu, gitti1.

Bir dörtyol ağzında dört otomobil galerisi düşünmemizi istiyor Stephenson. Bu galerilerden en büyüğü ve şaşaalı olanı, yıllar önce bisiklet (MS-DOS) satarak işe başlamış; daha sonra komşu galeri olan Apple'ın göze çok güzel görünen motosikletler satmasının yarattığı rekabet ortamının sıkıştırmasıyla bisikletlerini moped (Windows 2.0, 3.1 ve 3.11) biçimine dönüştürmüş, sonunda da devasa steyşın otomobiller (Windows 95, ve NT) satmaya yönelen Microsoft. Bu lenduha steyşınlar yağ sızdırıyor, motorları böcek yuvası, sık sık bozuluyor ve yolun ortasında kalıyorlar ama otomobil meraklıları tarafından çok tutuluyor.

Yolun karşısında, yavaş yavaş dükkanı kapatma noktasına doğru ilerleyen BeOS galerisinin yanında, Linux galerisi var. Bir işyerinden çok panayıra benzeyen bu galeride uzay çağı malzemeleri kullanılarak üretilen, son derece sağlam, en ileri teknolojik gelişmeleri içeren tanklar satılıyor. Bu tanklar o denli sağlam ki hiç bozulmuyorlar; çok az yakıtla çok yol yapıyorlar; en dar ve virajlı yollarda bile bir yarış arabası gibi kullanılabiliyorlar. Dahası, bu tanklar, o panayır yeri hengamesinde, binlerce kişinin işbirliğiyle hemen oracıkta başdöndürücü bir hızla üretiliyor; üretilen tanklarda küçücük bir sorun olduğu keşfedilirse sorun anında gideriliyor. Galerinin park yerinde sonsuz sayıda tank, anahtarları üzerinde bekliyor. Bedava. İsteyen herkes tanka girip kontak anahtarını çevirdikten sonra o devasa motorun bir kedi mırıldanmasını andıran sesini bile duymadan yola koyulabiliyor. Galeridekiler tank için herhangi bir bedel talep etmedikleri gibi diğer galerilerde satılan araçlarla birlikte alındığı zaman dünyanın parasına malolan birçok opsiyonu da bedava veriyorlar.

Dörtyol ağzına otomobil beğenmek için gelenlerin büyük bir çoğunluğu (2012 verilerine göre %92'si) doğrudan doğruya steyşın satan galeriye yöneliyor. Tanklarını parasız dağıtan Linux galerisinin müşterileri ise toplamın sadece %1,5'i dolayında. Galerinin iflas etmemesinin nedeni ise basit: Galeride çalışan insanlar işlerini gönüllülük esasına göre yapıyorlar ve herhangi bir ücret talep etmiyorlar. Tankların üretilmesi, iyileştirilmesi, yeni teknolojik gelişmelerle uyumlu hale getirilmesi, yeni tasarımlar, daha iyi çalışacak parçaların tasarlanması ve üretilmesi hep gönüllü olarak yapılıyor.

Gönüllüler, dörtyol ağzına gelir gelmez steyşın galerisine yönelenleri ellerindeki megafonlarla Linux galerisine davet etmeye çalışıyorlar ama steyşın galerisinden yayılan yüksek hacımlı çirkin müzik yüzünden seslerini pek duyuramıyorlar. Hasbelkader Linux galerisinin önünden geçen bir otomobil meraklısı ile gönüllüler arasında sık sık (günümüz koşullarına uydurduğum) şöyle bir konuşma geçiyor:

Gönüllü – Paranızı israf etmeyin, tanklarımız bedava. Steyşından çok daha hızlı giderler ve her türlü arazide kullanılabilirler; bin kilometrede yarım litre yakıt tüketirler; bozulmazlar. Dünyadaki en hızlı 500 araçtan 450 tanesi bizim tanklar. Steyşınlardan sadece 6 tanesi bu 500 araç arasına girebiliyor.

Müşteri – Doğru söylediğinizi biliyorum ama ben bir tankın bakımı nasıl yapılır bilmiyorum.

Gönüllü – İyi de, steyşın bakımı yapmayı biliyor musun?

Müşteri – Hayır bilmiyorum, ama steyşın bozulunca işimden izin alıp servis istasyonuna götürüyorum, bir hafta araçsız kalıyorum, sonra işimden tekrar izin alıyorum, faturamı ödeyince aracı bakımı yapılmış olarak teslim ediyorlar.

Gönüllü – Bak, bizim tanklar bozulmaz, bakım da gerektirmez. Herhangi bir sorunla karşılaşırsan biz gönüllü servis elemanlarımızı evine kadar gönderiyoruz, sen yatağında uyurken sorunu gideriyorlar; hem beş kuruş para istemiyoruz.

Müşteri – Ama herkes steyşın alıyor.

Stephenson'un makalesinin yazıldığından bu yana 14 yıl geçti ama Linux gönüllüleri ile işletim sistemi müşterileri arasındaki konuşma çok değişmedi. Değişmeyen şeylerden birisi de, Linux yedek parça deposundan bedelsiz olarak edinebilinen bir parçanın dünyadaki tüm web sunucularının %65'inde kullanılması.

Günümüzde, Windows işletim sisteminin masaüstü bilgisayarlarda bu kadar yaygın olmasının nedeni satılan her bilgisayarda zaten yüklenmiş olarak gelmesi. Aynı teknik özelliklere sahip bir bilgisayarı Windows yüklü olmadan yaklaşık %25 daha ucuza almak mümkün. İçinde işletim sistemi olmayan böyle bir bilgisayar alıp Linux kurmak zor değil. Kabul etmek gerekir ki, bundan 10-15 yıl önce böyle bir işe girişseydiniz epey başınız ağrırdı. Linux kurduktan sonra, siyah bir ekranda sürekli yanıp sönen bir imleçten ibaret olan komut satırı arayüzü ile çalışmak yerine Windows gibi grafik bir arayüz kullanmak istediğiniz zaman büyükçe bir metin dosyasını düzenlemeniz, ekranınızın birçok özelliğini o metin dosyasına doğru olarak işlemeniz ve sık sık “Eğer bu değerler doğru değilse ekranınız çalışmayabilir hattâ yanabilir” uyarısıyla karşılaşarak korkulu bir rüya görüyormuşçasına kan ter içinde kalmanız pekâlâ mümkündü.

Şimdi öyle değil; Linux kurulumu bilgisayarınızın tüm teknik özelliklerini keşfediyor ve size isterseniz Windows veya Mac OSX benzeri isterseniz bunlardan çok farklı grafik arayüzler kullanma imkanı veriyor. Linux kullanıcılarının büyük çoğunluğu, belki de eskiden kalma Windows alışkanlıklarıyla KDE veya Gnome arayüzlerini kullanıyor. Halbuki, Linux için yaratılmış veya Linux için Unix'ten türetilmiş birçok grafik arayüz var ve bunları kullanmak bu işletim sisteminin gerçek tadına varmanızı sağlıyor. (Ben Linux makinalarımda WindowMaker ve eskiden büyük Unix bilgisayarlarının grafik arayüzü olan CDE kullanıyorum).

Sadece soL'cular için değil tüm bilgisayar kullanıcıları için geçerli olan bir gerçek var: Linux teknolojik olarak gerek masaüstü gerek dizüstü bilgisayarlarda Windows'dan çok daha sağlam bir işletim sistemi. Eğer çökertmek için özel çaba harcamazsanız çökmesi neredeyse imkansız; sürücü uyuşmazlığı veya başka nedenlerle sık sık görmeye alıştığınız mavi ölüm ekranı Linux'ta yok; yazılım güncellemelerinizi onaylı yazılım “depoları”nı kullanarak yaparsanız virüs bulaşması yok; güvenlik açıkları anında keşfediliyor ve kapatılıyor. Herşey bedava, kullanmayı düşündüğünüz herhangi bir yazılım için kimse sizden bir bedel talep etmiyor. (Bilmeyenleriniz için ekleyeyim, birçoğunuzun akıllı telefonlarında kullanılan Android işletim sistemi de aslında Linux).


Ama, soL'cuları asıl ilgilendirmesi gereken özelliği ise, kolektif bir çabanın ürünü olması ve kâr amacıyla üretilmemesi. Yalnız bu bile bence Linux kullanmak için yeterli bir neden.

1BeOS'un son sürümü olan 5.0 üzerine kurulmaya çalışılan ve İnternet'ten bedava indirebileceğiniz Haiku'yu denemenizi öneririm. Pentium II işlemcili makinelerde bile çalışan Haiku şu sıralarda hâlâ alfa aşamasında.

02 February 2013

Bizi Gözetliyorlar, Mer


(soL, Ocak-Şubat (?) 2013)

Kamil Ekrem'in soL'da yayımlanan yazı dizisi ülkemizde sağlık hizmetlerinin nasıl adım adım piyasaya teslim edildiğini anlatıyor. Neo-liberal politikalar yalnız Türkiye'de değil birçok ülkede hastaneleri birer işyeri, hastaları ise müşteri olarak gören bir anlayışı temsil ediyor. Bu kısa yazıda, popüler bir televizyon dizisi olan Grey's Anatomy'nin (GA) son bölümünde bu politikaların nasıl yansıdığını nakletmeye çalışacağım. (Bu yazı yazılırken GA'nın son bölümü henüz Türkiye'de yayına girmemişti).

2005 yılından bu yana ABD'de ABC ve Channel 7 Network televizyonlarında gösterilen GA, Seattle kentindeki Grace Mercy West hastanesinde geçen olayları, doktorların biribirleriyle, hastalarla, hastane yönetimiyle olan ilişkilerini anlatıyor. Dizinin adı, İngiliz anatomi uzmanı Henry Gray'in 1858'de yazdığı ünlü ders kitabından alınmış ve dizinin baş kahramanı olan Dr. Meredith Grey'e izafeten biraz değiştirilmiş.

Dizinin son bölümünde, yönetsel bir yanlışlıktan dolayı çok ağır bir mali yük altına giren hastaneyi kapanmaktan kurtarmak için atanan bir doktorun (bizdeki hastane CEO'larına çok benziyor) uygulamaları anlatılıyor. CEO o zamana dek çalıştığı beş hastanenin personel sayısını %30 azaltmakla ünlü birisi ve ilk adım olarak hastanenin en övündüğü bölümü olan acil servisin kapatılmasını kararlaştırıyor. Doktorlar bunun neden gerekli olduğunu bir türlü anlayamıyorlar. Bu kararla birlikte atılan ikinci adım ise ameliyatlar arasındaki ortalama 37 dakikalık sürenin standardize edilerek 18,5 dakikaya indirilmesi oluyor. Böylece cerrahlardan elde edilen hizmet maksimize edilecektir. Dahası, hastalığın ve hastanın arzettiği özel durumlara bağlı olarak hastaya uygulanan ameliyat yöntemi terkediliyor ve her hasta aynı biçimde ameliyat ediliyor. Bu yönteme itiraz eden cerrahlara verilen cevap çok yalındır: “Hastaların önemi yok”.

Eşzamanlı bir başka değişiklik ise hastanede akla gelebilecek her yere bir kapalı devre kamera yerleştirilmesi oluyor. Kameralar bir merkeze bağlı ve doktorların her adımı bir başka doktor tarafından izleniyor. Kameranın arkasındaki doktor, hastane doktorunun herhangi bir hasta için önerdiği ilacı değiştirme yetkisine de sahip. Böylece, pahalı fakat hasta için gerekli olan bir ilaç daha ucuz ama hasta açısından yararı tartışmalı bir başka ilaç ile değiştirilebiliyor.

Yapılan her değişiklik, büyük şirketlerin işçi azaltmak ve kalan işçileri daha çok çalıştırmak için kullandıkları “modernize etmek, kolaylaştırmak, uygun hale getirmek, optimize etmek, entegre etmek” klişeleri ile sunuluyor. Ameliyathanelerin iç düzeni değiştiriliyor (optimize ediliyor), cerrahların ve hemşirelerin o zamana dek kolaylıkla bulup kullandıkları ameliyat malzemelerini bulmak için, saniyelerin bile önemi olan ameliyatlarda, en basit malzemeyi bile bulmanın süresi uzuyor.

Acil servisin kapatılmaması için doktorlar kendi aralarında anlaşıp genel maliyetleri düşürecek bir çözüm bulurlar. Buna göre her bölüm belirli fedakarlıklar yapacaktır. Buldukları çözümü CEO'ya aktarınca aldıkları tepki onları çok şaşırtır: “Maliyetleri düşürmek, ne hastanenizi ne acil servisi kurtarır. Kurtuluşunuz ancak yeni bir yatırımcı bulunmasındadır”. Cerrahlar o zaman anlarlar ki CEO'nun yaptığı her şey, aslında, hastanenin satılabilmesi için makyajlama yapmaktan başka bir şey değildir. Baş cerrah, “Yani, bir evi satmaya çalışan emlak komisyoncusu nasıl o evi güzel göstermek için bir şeyler yapıyorsa siz de bizim hastanemiz için aynı şeyi yapıyorsunuz” der. CEO buna karşılık “Evet, aynen böyle yaptım, Acil servis de o evdeki havı dökülmüş halı” der.

22 January 2013

Burjuvazinin Korkusu ve 24 Ocak

(Ocak, 2013, soL)

24 Ocak ve 12 Eylül'ü yaşayarak hatırlayanların sayısı gün geçtikçe azalıyor. Bazılarımız daha o zamanlar aramızdan ayrıldı. Bugüne kalanlar, aradan geçen yılların belleklerindeki tahribata ne kadar direnseler de yaşadıklarının ayrıntıları gittikçe silikleşiyor; yerler, isimler biribirine karışıyor; bazı şeyler unutuluyor; olmayan ve yaşanmamış sanki gerçekliğe dönüşüyor. Gençlerin çoğunluğu ise televizyon dizilerinden ve çoğu para peşinde koşan yönetmenlerin çektiği sinema filmlerinden, zamanında kutsal bilinen değerlerin bugün paraya çevrilmesi için yazılan veya uydurulan anılardan, televizyon ekranlarında sıra sıra boy gösterenlerin “paylaştığı” fikirlerden o günleri öğrenmeye çalışıyor. Bellek yıkımı para hırsıyla birleşince, 12 Eylül'den önce ne vardı, sonrasında ne oldu sorularının cevaplarını bulmak gittikçe güçleşiyor.


Öncesi

12 Mart darbesinden sonra yapılan ilk genel seçimlerde en yüksek oyu alan ve yaklaşık 10 aylık bir iktidar döneminde Milli Selamet Partisi ile koalisyon ortaklığı yapmak zorunda kalan Bülent Ecevit, Kıbrıs harekatının yarattığı özgüven ve kamuoyu desteğini 1973 yılı seçimlerinden daha başarılı bir sonuca dönüştürmek ve bir erken seçime gidilmesini zorlamak amacıyla koalisyondan ayrılınca, Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Cumhuriyetçi Güven Partisi ve Demokratik Parti'den ayrılan 12 milletvekilinin katılmasıyla tarihimizde 1. Milliyetçi Cephe (veya kurulduğu tarihe atfen 31 Mart) Hükümeti adı verilen koalisyon kuruldu. 1977 yılı haziran ayında yapılan genel seçimlerde Ecevit başkanlığındaki CHP tarihte erişebildiği en yüksek oy oranıyla (%41,38) milletvekili sayısını 185'ten 213'e çıkarttı. Seçim sonuçları kesinleşmeden Ecevit'in “Tek başımıza iktidar olduk” demeci, parlamento çoğunluğu olan 226 milletvekilliğine ulaşılamadığının anlaşılmasıyla büyük bir düş kırıklığı ve öfkeye yol açtı.

İktidara bu kadar yaklaşmışken bırakmak istemeyen Ecevit'in kurduğu azınlık hükümeti temmuz ayında güvenoyu alamayınca Süleyman Demirel başkanlığında kurulan 2. Milliyetçi Cepha Hükümeti aynı yılın aralık ayında yapılan yerel seçimlerde CHP'nin genel seçimlerden de yüksek bir oy oranı elde etmesiyle sarsıldıysa da 1978 yılı ocak ayına kadar iktidarda kalmayı başardı. Siyasal tarihimize “Güneş Moteli” olayı olarak geçen pazarlıklar sonucunda Adalet Partisi'nden istifa ederek ayrılan 12 milletvekilinin 31 Aralık 1977 günü hükümet aleyhine verilen gensoru oylamasında muhalefet ile birlikte oy kullanması sonucunda 2. Milliyetçi Cephe Hükümeti düştü. Bundan beş gün sonra kurulan Ecevit hükümetinde bu milletvekillerinden 10 tanesine bakanlık verildi.

Üçüncü Ecevit Hükümeti diye de bilinen bu hükümet 1979 yılı kasım ayında düşünceye kadar TÜSİAD'ın gazetelere ilan vermeye kadar ulaşan muhalefeti ve Maraş katliamının yıkıcı etkileriyle boğuştu. 1979 yılı ekim ayında “bej” milletvekilliği için yapılan ara seçimlerde daha önce kazanmış olduğu Aydın, Edirne, Konya ve Muğla'da kaybedip, daha önce kazanamadığı Manisa'da da yenilgiye uğrayınca kasım ayı başında istifa etti. Adalet Partisi tarafından kurulan azınlık hükümeti, eski Milliyetçi Cephe ortaklarının desteğiyle 12 Eylül 1980'e kadar iktidarda kaldı.

Yukarıda, dört paragrafta anlatılan bu iktidar çekişmesi yıllarının arka planında yakın tarihimizin en karanlık ve en uğursuz olayları yatıyor. Katliamlar, faşist çetelerin cinayetleri, milletvekili satınalmalar, yolsuzluklarla dolu bu yılların siyasal tarihi yazılmayı bekliyor. Ama, bizi burada 24 Ocak ve 12 Eylül'ün ve sonrasının ekonomik kökenleri daha çok ilgilendiriyor.


İthal İkamesine Dayanan Kalkınma ve Kriz

Yakın tarihimiz ve günümüzle ilgili ekonomik çözümlemeleriyle yüzümüzü ağartan iki iktisatçımız, 1972-1980 yıllarını belirgin nitelikleriyle biribirinden ayrılan iki ayrı dönemde inceliyorlar. Birinci dönem 1972-1976 yıllarını kapsıyor ve “İthal İkamesine Dayanan Sanayileşme” diye adlandırılırken ikinci dönem 1977-1980 yıllarını kapsıyor “Ekonomik Kriz” yılları olarak anılıyor. (Bir gazete yazısında akademik yazım kurallarına uyarak ayrıntılı dipnotlar vermek tuhaf kaçacağı için, bu yazının hazırlanmasında başvurduğum bellibaşlı kaynakları ve bu kaynaklar hakkındaki düşüncelerimi “Kaynaklar Hakkında” başlıklı kutuda belirttim. Böylece, hem yararlandığım kaynak ve kişilere karşı olan borcumu yerine getirdiğime hem de bu konuları araştırmak isteyebilecek kişilere bazı ipuçları verdiğime inanıyorum).

Ekonomik kriz yılları 1. Milliyetçi Cephe Hükümeti'nin son altı ayı ile Demirel'in azınlık hükümetinin sona erdiği tarihler arasına denk geliyor.

İthal ikamesine dayalı sanayileşme politikaları güden ülkelerde, ihracata yönelik sanayileşme politikasının aksine, işçi ücretlerinin sıkı bir baskı altında tutulmasına pek rastlanmıyor. Bunun temel nedenlerinden birincisi ücretlerdeki artışın artan üretimin satın alınmasında giderek daha yüksek bir paya sahip olması, ikincisi ise reel ücretlerdeki artışın işgücü verimliliğindeki artışın üstüne çıkmadığı sürece sermayeye giden payın da artması. Burjuvazi buna çok dikkat ediyor. Reel ücretlerdeki artış işgücü verimliliğindeki artışa yaklaşmaya başlayınca tedirgin oluyor çünkü üretilen zenginliklerden aldığı payın azalması tehlikesi beliriyor.

Ekonomik kriz diye adlandırılan 1977-1980 döneminde bu ilişkinin yönüne aşağıda tekrar değineceğiz. Ama, şimdi kriz nitelemesinin ardında yatan olguları kısaca gözden geçirmemiz gerekiyor. Krizi tetikleyen temel nedenlerden birisi ve belki de en önemlisi petrol fiyatlarındaki 1970'li yıllar boyunca süren yükselmedir. 1970 yılında bir varil ham petrolün ortalama fiyatı 1,9 dolar iken, 1976'da 11,8 dolar, 1979'da 18,1 dolar, 1980'de ise 33 dolar oldu. Petrol fiyatında 10 yıl içinde meydana gelen 16 katlık artış, ihracatı sınırlı sayıda ve çoğunluğu tarımsal kökenli üründen oluşan Türkiye'nin dış ticaret dengesi üzerinde çok olumsuz etkiler yaptı. İhracatın ithalatı karşılama oranı %30'lara kadar düşerken yurtdışından sağlanan kredilerin kuruması, yüksek faiz ödenerek ve kur garantisi verilerek Dövize Çevrilebilir Mevduat adı altında ülkeye getirilmeye çalışılan kaynakların da yetersiz kalması sonucunda Türkiye ithalatını standart dış ticaret ödeme biçimi olan akreditifler yerine ancak peşin ödemeyle yapabilmeye başladı. İhracatçı ülke bankalarının Türkiye bankalarının akreditiflerini kabul etmemesi ve nakit talep etmesi sonucunda düşülen durumu başbakan Demirel 1977 yılı kasım ayında “Türkiye 70 sente muhtaç” diye açıkladı.

1977 yılında (1987 fiyatlarıyla) %3,4 olan büyüme hızı 1978'de %1,5'e düştü. Ertesi yıl büyüme yerini %0,6, 1980 yılında ise %2,4 küçülmeye bıraktı. Krizden en çok etkilenen sektör imalat sanayii idi: 1979 yılında %6,1, 1980'de ise %3,9 küçüldü. Bu sektördeki kapasite kullanım oranı 1978 yılındaki %60,2 düzeyinden 1980 yılında %54,3'e geriledi. İmalat sanayiindeki makinelerin nerdeyse yarısı boş yatıyordu. Temel ihtiyaç ve tüketim maddeleri kıtlığı, karaborsa, sürekli hale gelen elektrik kısıntıları; benzin, margarin, ampul, likit gaz kuyrukları geniş halk kitlelerinde hoşnutsuzluğa yol açıyordu.

Türkiye, dış borçlarının ertelenmesi veya yeniden yapılandırılması için kreditör ülkelerin temsilcilerinden oluşan ve resmi bir niteliği olmayan Paris Kulübü adlı kuruluşun kapısını 1978-1980 yıllarında tam üç kez çaldı. (Bu toplantılara katılan politikacı ve bürokratların nasıl bir muamele gördükleri konusundaki anıları insanın içini burkar).


İşçi Sınıfı ve Grevler

1961 anayasasının sağladığı ortamda yeşeren ve grev/toplu sözleşme hakkıyla güçlenen sendikalar reel ücretlerin yükseltilmesinde önemli başarılar sağladılar. O kadar ki, 1970-1980 yılları arasında reel ücretler (1974 yılı dışında) sürekli yükseldi. İşçi sınıfının maddi koşullarında meydana gelen bu iyileşme kendiliğinden değil, mücadele ve grev ile oldu. Aşağıdaki tablo 1975-1980 yılları arasında Fransa, İngiltere ve Türkiye'deki grevlerle ilgili ilginç bulgular gösteriyor:

Tablo 1: Grevler, Greve Katılan İşçiler
1975 1976 1977 1978 1979 1980
Fransa (Tüm sektörler)
Grev başına işçi sayısı 470 465 585 221 310 236
Ortalama grev süresi 2,1 2,0 1,3 3.0 3.3 3.0
İngiltere (Sadece imalat sanayii)
Grev başına işçi sayısı 426 436 498 460 1.753 745
Ortalama grev süresi 8,0 4,7 9,4 11,0 10,1 23,9
Türkiye (Tüm sektörler)
Grev başına işçi sayısı 118 125 266 112 167 386
Ortalama grev süresi 49 45 89 44 55 15

Kaynak: ILO Laborsta (eski veritabanı).

Fransa ve İngiltere gibi sınıf bilincinin ve işçi sınıfı örgütlenmesinin çok yüksek düzeyde, sınıf mücadelesi tarihinin yüzyılı aşkın bir geçmişe sahip olduğu iki ülkeyle Türkiye'nin karşılaştırılması biraz iddialı gibi görünse de ortaya şaşırtıcı bir sonuç çıkıyor. Bu iki ülkenin ekonomik gelişmişlik düzeyi ve dolayısıyla ortalama işletme büyüklüğü göz önüne alınırsa grev başına işçi sayısı konusunda Türkiye ile çok büyük bir farkları yok. Bir o kadar ilginç olan diğer sonuç ise, özellikle Fransa'da, ortalama grev süresinin Türkiye'deki ortalamadan çok düşük olduğu. Bu ülkede altı yılın ortalama grev süresi 2,45 gün; İngiltere'de 11,18 gün. Türkiye'de ise 49,5 gün. Bu grevlerin sonuçlarının ne olduğunu bilmesek de 1976-1980 yılları arasında Türkiye'deki sendikal mücadelenin çok dayanıklı ve inatçı olduğunu söyleyebiliriz.

İşte bu inatçılık ve mücadele azmi 1975-1980 yılları arasında reel ücretlerin işgücü verimliliğindeki artışın üzerinde bir hızda seyretmesini sağlıyor. Aşağıdaki grafik bu ilişkiyi gösteriyor:

Grafik 1: Emek Üretkenliği ve Gerçek Ücretler 1975-1980

Mavi çizgi gerçek ücretleri, kırmızı çizgi ise emek üretkenliğini gösteriyor. Her iki zaman serisi de 1987 yılı bazlı tüketici fiyat endeksiyle deflate edilmiş. 1975 yılında artmaya başlayan reel ücretler 1976-1979 yılları arasında emek üretkenliğindeki artışın üzerinde seyrediyor, 1980 yılında azalarak üretkenliğin altında kalıyor. Gerçek ücretlerdeki bu artışın yukarıdaki tabloda özetlenen mücadelenin ürünü olduğunu herkesin kolaylıkla kabul edebileceğini düşünüyorum.

İhracata yönelik sanayileşme politikaları açısından burjuvazinin katlanmaya tahammül edemeyeceği bir durum vardı ortada. Türkiye böyle bir gelişme stratejisi izlemiyordu ama açıkça görülen oydu ki reel ücretlerdeki artışlar sermayeye giden payı azaltacak bir gelişme gösteriyordu. İhracata dayalı üretim yapan ülkelerin başında gelen ve yıllarca bize tavsiye edilen Güney Kore modelinde 1968-1988 yılları arasında imalat sektöründe emek üretkenliği yılda ortalama %10 artarken reel ücretler sadece %3,7 artıyordu. Reel ücretlerin devlet zoruyla baskı altına alınması, Güney Kore'nin uluslararası pazarlarda rekabetçi konumunu koruyor ve geliştiriyordu.


Kriz için Çözüm

Petrol fiyatlarındaki artışın tetiklediği ödemeler dengesi sorunları zamanında alınabilecek önlemlerle geçici biçimde olsa da azaltılabilir ve hatta çözülebilirdi. Nereden bakarsak bakalım Türkiye'nin karşılaştığı durum yeni bir şey değildi ve ilk kez Türkiye'nin başına da gelmiyordu. Döviz kıtlığı biçiminde kendini gösteren sorun tipik bir ödemeler dengesi kriziydi ve çözümü için birçok ülkede uygulanan bir reçete vardı: Merkez Bankası başkanı ve bazen Maliye bakanı görevden alınır, ulusal para yabancı paralara göre devalüe edilir, yeni bir döviz darboğazıyla karşılaşılıp aynı reçete tekrar uygulanana kadar yola devam edilirdi. Milliyeçi Cephe hükümetlerinin popülist politikaları yüksek bir devalüasyon yapmaya engel oluyordu. Bu yüzden, türk lirasının dolar karşısındaki değeri 1975-1979 yılları arasında küçük ayarlamalarla tam yedi kez düşürüldü: 1975 yılı başında 14 TL olan dolar 1979 yılı ortasında 35 TL oldu. Bu tür mini devalüasyonların derde deva olmayacağı biliniyordu ama yüksek bir devalüasyonun yaratacağı genel fiyat düzeyi yükselmesi ve özellikle ithalata dayalı tarım girdilerinin fiyatlarında meydana gelecek artışlar böyle bir karar alınmasını engellemişti.

Demirel, azınlık hükümetini kurduktan sonra Turgut Özal'ı başbakanlık müsteşarı yaptı. Özal'ın hazırladığı ve “24 Ocak Kararları” olarak bilinen bir dizi bakanlar kurulu kararı 25 Ocak, 1980 günü Resmi Gazete'nin iki mükerrer sayısında yayımlanarak yürürlüğe girdi. Kararlarda sürpriz olmayan tek şey, dolar kurunun 70 TL olarak belirlenmesiydi. Kararların geriye kalan bölümleri, ihracata dayalı bir serbest piyasa ekonomisinin kurulabilmesi için gerekli ön koşulları oluşturuyordu. Kambiyo işlemlerinin ve dış ticaretin serbestleştirilmesi için atılan adımları, ihracatı teşvik etmek için alınan tedbirler, fiyat kontrollerinin kaldırılması, kamu yatırımlarının sınırlandırılması ve bir dizi temel malın fiyatına yapılan zamlar izliyordu. Hiç kuşku yok ki, 24 Ocak Kararları, Dünya Bankası ve IMF'nin “yapısal uyum” ve “istikrar politikası” paketlerinin birebir izdüşümü olmasa da büyük ölçüde benzeşmekte ve daha sonra uygulamaya konulacak olan “serbest piyasa ekonomisi” rejiminin tohumlarını taşımaktadır.

Ne var ki, 24 Ocak Kararları'nın öngördüğü ihracata dayalı ekonomik gelişme programının vazgeçilmez koşulu, reel ücretlerin baskı altına alınmasını gerektiriyordu.


12 Eylül ve Sonrası
 
24 Ocak Kararları ve 12 Eylül darbesi arasındaki nedensellik ilişkisinin yadsınamayacak iki kanıtı var. Bunlardan birincisi, bir devamlılık ve kararlılık gösterisi olarak Özal'ın darbeden sonra kurulan Bülent Ulusu hükümetinde devlet bakanı ve başbakan yardımcısı olarak görevlendirilmesidir. Fikir babası ve mimarı olduğu ihracata dayalı piyasa ekonomisi modelini hayata geçirmesi için cunta Özal'a gerçekten de özel bir önem vermiştir. Ülkeyi kardeş kavgasına sürüklediği için devirdiği hükümetin başbakanlık müsteşarını başbakan yardımcısı yapan bir askeri darbe herhalde ilk kez ve sadece Türkiye'de yapılmıştır.

İkinci nedensellik ilişkisini ise 12 Eylül sonrası ekonomik göstergelerde aramalıyız. Emekçi sınıfların yaşam koşullarını etkileyen en önemli göstergelerden birisi olan İstanbul Ticaret Odası Ücretliler Geçinme endeksi 1980-1990 yılları arasında tam 75 kat arttı. Bu endeksin bileşenlerinden olan gıda maddelerinde artış 77 kat, ısınma ve aydınlatmada artış 79 kat oldu. İmalat sanayiinde reel ücretler 1980-1988 yılları arasında %15 azaldı. 1981-1982'de %1,1 azalan imalat sanayii reel ücretleri 1983-1987 arasında %3,9, 1988'de ise %7,1 azaldı. Aynı dönemlerde ücretlerin imalat sanayii katma değeri içindeki payı %24,5'den %15,4'e geriledi. Toplam maliyetler içinde kârların payı 1980 yılındaki %33,5 düzeyinden 1988 yılında %40,8'e yükselirken ücretlerin payı %22,5'ten %17,7'ye geriledi. Emekçi sınıfların aleyhindeki tüm bu gelişmeleri en ayrıntılı istatistiklerden bile daha iyi anlatan kişi ise “Şimdi gülme sırası bizde” diyen TİSK başkanı Halit Narin oldu.

12 Eylül darbesinin 24 Ocak kararları, bunu izleyen ihracata dayalı serbest piyasa ekonomisi ve işçi ücretlerinin baskı altına alınması arasındaki nedensellik ilişkisini araştırırken bakmamız gereken bir başka gösterge grevler ve greve katılan işçi sayılarıdır. Aşağıdaki tablo 1980-1988 yılları arasındaki durumu özetliyor:

Tablo 2: 12 Eylül Sonrası Grevler ve Greve Katılan İşçiler
1980 1981 1982 1983 1984 1985 1986 1987 1988
Grev sayısı 220 - - - 4 21 28 307 156
Greve katılan işçi sayısı 84.832 - - - 543 2.410 7.926 29.734 30.057

Kaynak: ILO Laborsta (eski veritabanı).

Cunta döneminin eseri 2821 ve 2822 sayılı yasaların getirdiği ortam, darbeden sekiz yıl sonra bile ne grev ne de greve katılan işçi sayısının darbe öncesi döneme ulaşabildiğini gösteriyor.

Şimdi sıra, nedensellik ilişkisinin en can alıcı noktası olan reel ücretler ile emek verimliliği arasındaki farklılaşmayı incelemeye geldi. Yukarıda kısaca değindiğimiz Güney Kore örneğinde olduğu gibi, grevlerin yasaklandığı 1981-1983 dönemi ihracata dayalı ekonomi modelinin hayata geçirilmesinde ilk basamağı oluşturuyor. Sendikalaşmanın tehlikeli bir macera haline getirildiği, toplu iş sözleşmelerinin sosyal yardım kalemlerinden arındırıldığı, greve çıkmanın giderek zorlaştırıldığı bu dönemin temel özelliği burjuvazinin, reel ücretleri sürekli olarak işgücü verimliliğindeki artışların altında tutma çabalarıdır. Ancak bu yolla, ihracat malları maliyeti içindeki ücret payı düşürülebilecek ve ancak bu yolla ihracat pazarlarında bir yer elde edinilebilecektir.

Aşağıdaki grafik 1980 yılını baz alarak 1980-1990 yılları arasında emek üretkenliği ve reel ücretlerin seyrini gösteriyor:

Grafik 2: Emek Üretkenliği ve Gerçek Ücretler 1980-1990

Bu ilişkiyi 1975-1980 yılları arasında gösteren grafik gibi burada da mavi çizgi gerçek ücretleri, kırmızı çizgi ise emek verimliliğini gösteriyor. İki grafik arasındaki fark, bu grafikte emek üretkenliği ile reel ücretler arasındaki ilişkinin tersine dönmüş olmasıdır. Emek üretkenliği, 1984 yılı dışında sürekli olarak her yıl artmış, reel ücretler ise 1988 yılına kadar sürekli olarak düşmüş ve tüm dönem boyunca emek verimliliğinindeki artışın altında kalmıştır.

Üretkenlik ve reel işçi ücretleri arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışan bir başka çalışma da benzer bir sonuca ulaşmaktadır. Grafik 1'de olduğu gibi zaman serilerinin 1987 yılı bazlı tüketici fiyat endeksiyle deflate edilmesiyle elde edilen sonuç aşağıda gösterilmiştir:

Grafik 3: Emek Üretkenliği ve Gerçek Ücretler 1980-1989

İkinci grafik ile bu grafik arasındaki tek fark, üretkenliğin, 1984 yılı dahil, sürekli olarak artmasıdır. Reel ücretler ise yine sürekli olarak azalmakta ve ancak 1988 yılında artmaya başlamaktadır. 24 Ocak kararları ile 12 Eylül darbesi arasındaki nedenselik ilişkisini bu iki grafikten daha iyi anlatacak başka bir görsel araç bulmak pek kolay olmayacaktır. İşçi sınıfı, 1980 öncesi mücadeleleriyle elde ettiği tüm kazanımlarını yitirdiği gibi darbeyi izleyen 10 yıl içinde yeni kazanımlar elde edememiştir.

12 Eylül, yalnız darbe hükümetinin başbakan yardımcısı, daha sonraki ANAP hükümetlerinin başbakanı ve cumhurbaşkanı Özal için değil bir bütün olarak sermaye sınıfı için gerekliydi. Darbenin yıkıcı gücü olmadan reel ücretlerdeki artışı baskı altına almak mümkün değildi.

İşte bu nedenle, AKP ve izlediği piyasacı politika da 24 Ocak ve 12 Eylül'ün ürünüdür diyoruz. Tanık olduğumuz gerçek, bu kez askeri kaba güce dayanmadan sürdürülen 24 Ocak ve 12 Eylül'dür.


Kaynaklar Hakkında
 
Konumuzla ilgili en geniş kapsamlı çalışmaları yapan üç akademisyenden ikisi, Tuncer Bulutay ve Korkut Boratav, 12 Eylül darbecileri tarafından üniversitedeki görevlerinden uzaklaştırıldılar. Üçüncüsü olan Erinç Yeldan ise o tarihte henüz üniversite öğrencisiydi ama öğretim üyesi olsaydı onun da Bulutay ve Boratav gibi üniversiteden çıkarılacağını tahmin edebiliyorum. 1980 sonrası imalat sanayii verilerini ve diğer istatistikleri Bulutay'ın kitabından aldım: Employment, Unemployment and Wages in Turkey, Ankara, 1995. Korkut Boratav ve Erinç Yeldan'ın ortak makaleleri olan: “ Turkey 1980-2000: Financial Liberalization, Macroeconomic (In)-Stability, and Patterns of Distribution,” L.Taylor (ed.), External Liberalization in Asia, Post-Socialist Europe and Brazil, Oxford, 2006, s.417-455, özellikle 1980 sonrası gelişmelerini anlamak için kullandım. 1972-1976 ve 1977-1980 dönemlerinin tanımlanmasını da aynı kaynaktan aldım.

1 ve 3 numaralı grafikleri oluşturan verileri aldığım kaynak: M.V.Pazarlıoğlu, E.İ.Çevik, “Verimlilik, Ücretler ve İşsizlik Oranları Arasındaki İlişkinin Analizi: Türkiye Örneği,” 8. Türkiye Ekonometri ve İstatistik Kongresi'ne sunulan tebliğ, Mayıs, 2007, İnönü Üniversitesi, Malatya. İki numaralı grafiğin kaynağı ise Erinç Yeldan'ın Bilkent Üniversitesi'ndeki web sayfaları: http://www.bilkent.edu.tr/~yeldane/manprwg.pdf. Bu grafiği kullanmama izin verdiği için Prof. Yeldan'a teşekkür borçluyum.

Her üç grafik de pdf formatında olduğu için bu yazı için yeniden üretilmeleri gerekiyordu. Bu işlemi linux tabanlı engauge-digitize yazılımını kullanarak yaptım. Grafiklerin sayısallaştırılması sırasında insan ne kadar titiz davranırsa davransın hata yapabiliyor. Ama sayısallaştırdığım bu grafiklerin özgün biçimlerine çok yakın olduklarına eminim.

Güney Kore ile reel ücret ve verimlilik bilgilerini aldığım kaynak: Young-lob Chung, South Korea in the Fast Lane: Economic Development and Capital Formation, Oxford, 2007, s.228.

Fiyat endekslerini ve diğer perakende istatistikleri, Devlet Planlama Teşkilatı'nın lâğvedilip Kalkınma Bakanlı'ğına katılmadan önce bir avuç gayretli insanın oluşturduğu “Ekonomik ve Sosyal Gelişmeler” tablolarından aldım. Sekiz bölümde 198 tablo içeren bu veri kümesi süreklilik ve karşılaştırılabilirlik açısından hem TÜİK'in hem Merkez Bankası'nın elektronik veri dağıtım sisteminden daha iyi. TÜİK veritabanında, belediye atıksu istatistiklerinin ayrıntılı dökümünü bulabiliyorsunuz ama aynı baz yılına ait sürekli bir milli gelir zaman serisi bulamıyorsunuz. Genç araştırmacılara tavsiyem, Ekonomik ve Sosyal Gelişmeler tablolarını kaybolmadan bir an önce bilgisayarlarına indirmeleri.

Grevler ile ilgili istatistikleri Uluslararası Çalışma Örgütü'nün artık güncellenmeyen eski veritabanı Laborsta'dan aldım. Türkiye ile ilgili bölümlerde işgücü, ücret ve sendikalaşma oranı istatistklerinde büyük boşluklar var. Bu boşlukların nedeni, Türkiye'nin gönderdiği istatiksel verileri Uluslararası Çalışma Örgütü'nün“nevi şahsına münhasır” oldukları gerekçesiyle kabul etmemesi. Bu da herhalde “uydurma” demenin kibarcası oluyor: A.Çelik, K.Lordoğlu, “Türkiye'de Resmi Sendikalaşma İstatistiklerinin Sorunları Üstüne,” Çalışma ve Toplum, c.2, s.9, 2006.

“DEVRİM” Nasıl Yazıldı

(Ocak, 2013, soL)
“Derinlere salınmış köklerden ODTÜ'nün yükselişine bakıyorum. Sonbaharımı gençlerin ilkbaharı ile şenlendirmek, 'vefasızlık bizden gelmedi' diyebilmenin tadını çıkarmak zamanı”. Bu satırların yazarı Prof.Dr. Metin Durgut, ODTÜ Endüstri Mühendisliği öğretim üyesi. Okulunun ve öğrencilerinin başkaldırısı ve direnişinden duyduğu sonsuz gurur ve kıvancı, 1960'ların ilk yıllarından beri birlikte olduğu ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü üyesi arkadaşlarıyla böyle paylaşmış.

Mezunu ve bir zamanlar öğretim üyesi olmakla onur duyduğum ODTÜ'yü simgeleyen şeylerden bir tanesi mutlaka stadyumdaki devasa DEVRİM yazısıdır. Yazıldığından bu yana nerdeyse 44 yıl geçmiş ama ilk günkü gibi taze ve okunabilir. 2005 yılında, SFK'nın 40. kuruluş yildönümü için ODTÜ'de toplandığımız zaman topluca ziyaret ettiğimiz yerlerden biri de stadyumdu. Yazı, olduğu gibi duruyordu, hatta daha da güzelleşmişti. Nedenini merak ettik. Beton üzerine yazılan yazı, daha sonra stadyuma ahşap oturma sıralarının eklenmesiyle yer yer silinme tehlikesi geçirince rektörlüğe yazının tamamen silinmesi önerilmiş. Gelen cevap “Sakın böyle bir şey yapmayın, ihtiyarlar kızar” olmuş. O ihtiyarlar bizleriz. Yazı silinmediği gibi, yeni tahta sıraların üzerinde de devam ettirilmiş ve 2002 yılında koruyucu bakımı yapılmış.

DEVRİM yazısı, daha sonra, 2008 yılının Kasım ayında sembolik olarak yeniden yazıldı, bozulan yerleri onarıldı. Bu yeniden yazım sırasında yazının özgün yaratıcıları arasında olan Mete Ertekin de vardı. 1969 yılı mayıs ayında Mete Ertekin ile birlikte yazıyı yazan diğer dört kişiden Hüseyin İnan idam edildi; Taylan Özgür İstanbul'da, Alpaslan Özdoğan Nurhak'ta vuruldu. Mete Ertekin ve beşinci kişi olan Mustafa Yalçıner 12 Mart mahkemeleri tarafından idama mahkum edildi. Beşi de SFK üyesiydi.

Mete Ertekin'in anlatımıyla, DEVRİM yazısı, ODTÜ yurtlarının ünlü 201 numaralı odasında Hüseyin İnan'ın “Herkesin okuyabileceği bir yere, çok büyük bir DEVRİM yazısı yazalım” önerisi üzerine yazıldı. Çok geniş bir alana sahip olan ODTÜ'de herkesin kolaylıkla görebileceği yer stadyumun tribünüydü. Yazma işleminin bir gecede bitirilmesi ve bir daha silinmeyecek bir biçimde yapılması gerekiyordu.

Hüseyin İnan, bir yerden, “çok dayanıklı bir Japon boyası” olduğunu duymuştu. Kastettiği, Karayolları'nın asfalt yollardaki şerit ve çizgileri çekmek için kullandığı, Japonya ve Avrupa'dan ithal ettiği boyaydı. Boyanın Karayolları'ndan “edinilmesinden” sonra, Kimya Mühendisliği Bölümü öğretim üyelerinden birisi tarafından tedarik edilen hidroflorik asit ile karıştırıldı. Çok tehlikeli bir zehir olan hidroflorik asitin bir diğer özelliği ise camı eritecek kadar korosif olmasıydı. Dayanıklı boya, hidroflorik asitin tribün betonlarını eritmesiyle betonun içine nüfuz edecek ve silinmeyecek bir özellik kazanacaktı.

Yazımdan bir gün önce gizlice ölçümler yapıldı. (Mete Ertekin bu ölçümlerin nasıl yapıldığını anlatmıyor ama büyük ihtimalle İnşaat Mühendisliği Bölümü öğrencileri tarafından yapıldı). Ertesi geceyarısı bu beş SFK üyesi “yüreklerindeki kararlılığı” taşa işlemek için harekete geçti. Yazının dikey ve yatay çizgilerinin düzgün olması için yaklaşık 50 metre uzunluğunda bir halat kullanıyorlardı.

Taylan Özgür'ün “Ya gören olursa ne diyeceğiz” sorusunu Alpaslan Özdoğru “Rektörlüğün emriyle boyuyoruz deriz”, Hüseyin İnann ise, “Yüreğimizin sesini yazıyoruz deriz” diye cevaplıyordu. Mete Ertekin ve Mustafa Yalçıner halatı gergin tutmaya çalışırlarken diğer üçü boya tenekelerine daldırdıkları fırçalarla yazıyı yazıyordu.
“Gün ışırken yazı bitti”. Beşi birden tribünlerden sahaya inip yarattıkları eserin karşısında birer Birinci sigarası tüttürdüler, “yorgun ama gururla” yurtlara döndüler.

ODTÜ'nün günümüzde hayranlık uyandıran direnişinde, ne kadar olduğunu bilmesek de, bir payımız olduğunu hissetmek biz ihtiyarları mutlu ediyor.

Metre Hizmetçileri, Lili von Shtupp ve Hadi Uluengin

12 Şubat, 2012

http://haber.sol.org.tr/serbest-kursu/metre-hizmetcileri-lili-von-shtupp-ve-hadi-uluengin-orhan-kurmus-haberi-51478

Metre hizmetçileri? Şimdiye dek hiç böyle bir şey duydunuz mu? Ben de duymamıştım, duydum. Şifreli kanallar üzerinden abonelerine yayın yapan bir televizyon kuruluşunun son buluşu bu. Kanallardan birinde gösterilen bir filmin alt yazısında aynen böyle deniyor: Metre hizmetçileri!

İngilizce “meter maids” denilen ve sokaklara park edilen araçların parkmetrelere para atıp park ücretini ödeyip ödemediğini denetleyen trafik polislerine böyle bir ünvan yakıştırmayı uygun görmüşler. Bu kuruluş, İngiltere İçişleri Bakanlığı'nın adı olan “Home Office”i “ev ofisi”, ABD Posta Teşkilatının en üst yöneticisi olan “Postmaster General”i “postane komutanı”, şirket ana sözleşmesi diye çevrilmesi gereken “Articles of Corporation”ı “şirket maddeleri” diye çeviriyor. Daha böyle onlarca örnek verebilirim. Ama bir taneyle yetineyim: George Bernard Shaw’un ünlü sahne oyunu “Pygmalion”un çevirisi, “domuz malion”.

Eskiler, “Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkün olur” demişler. Ne kadar haklıymışlar. Bu çevirileri yapan ve yapılan çevirileri denetleyen (herhalde denetliyorlardır, değil mi?) kişilerin İngilizce bildiklerini varsaysak bile, çevirilerini yaptıkları dilin konuşulduğu ülkelerin kurum ve kültürlerinden habersiz olduklari gün gibi aşikâr. Buna bir de “Aman, kim uğraşacak şimdi doğru çeviriyle, hem zaten kim farkına varacak” vurdumduymazlığı ve umursamazlığı eklenince ortaya böyle şaheserler çıkıyor. Bu çeviri yanlışlarının kötü niyetle yapıldığını sanmıyorum. Seyircilere saç baş yolduracak düzeye ulaşan bu yanlışlıkların nedeni, bilgisizlik, cehalet ve müşterilerine karşı saygısızlık derecesine varan bir umursamazlık.

Televizyon kanallarını bilmiyorum ama gazetelerde kötü niyetle yapıldığından zerre kadar kuşku duymadığım çeviri yanlışları yapılıyor. Örneğini vereceğim yanlışlığın yanlışlık mı yoksa kötü niyetli bir tahrifat ve uydurma mı olduğuna okuyucu karar verebilir.

“The Taraf” gazetesinde “Sosyalizm Hala Mümkün mü?” temasıyla bu gazetenin yazarları arasında sürdürülen “tartışma”ya 17 Aralık 2011 günü Hürriyet gazetesindeki yazısıyla Hadi Uluengin de katılmak istedi. 24 Aralık ve 7 Ocak günleri yayımlanan yazılarıyla da “tartışma”ya katkıda bulundu ve son yazısını “Gelecek hafta konuyu bütün totalitarizmlerin birlikteliği çerçevesinde noktalayacağım” cümlesiyle bitirdi ama sözünü tutmadı, dördüncü yazısını yazmadı. Kimbilir, belki de “The Taraf”taki tartışmanın taraflarından biri olan Roni Marguiles tarafından bile ciddiye alınmadığı için okuyucusuna verdiği sözü tutamadı.

Brüksel’de Aydınlık Dergisi'nin temsilciliğini yaptığı 1977-1979 yılları arasını “cinnet yılları” olarak niteleyen ve sık sık bu delilikten kurtulmasına hamdeden Hadi Uluengin’in ne tür bir cinnet geçirdiğini bilmiyorum çünkü o dönemin Aydınlıkçılarından birçok kişiyi tanıdığım halde Hadi Uluengin’in adını bile duymamıştım. Cinnetinden kurtulduğunu neden sık sık tekrarladığını da bilmiyorum.

Hadi Uluengin, “The Taraf”taki tartışmaya katkı yapmak niyetiyle kaleme aldığı 24 Aralık tarihli ikinci yazısına şöyle başlıyor:

“İTALYANLAR ulus-devlete kavuşabilmek için çok çile çektiler. Ta 1847’den 1870’e dek Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’na karşı uzun bir bağımsızlık savaşı verdiler.

3. Napolyon Fransa’sı yukarıdaki mücadeleyi sahiplendi. Prusya ise tarafsız kaldı.

Oysa Marx’la birlikte komünizmin “kurucu babası” olan Engels 1859 yılında “Po ve Ren” başlığıyla kaleme aldığı risalede Berlin’in Viyana’yı desteklemesini talep ediyordu.

Ahlâki ve vicdani değerlere aldırmamayı vaaz ederek de harfiyen şöyle yazmıştı:

“Bunun ilâhi adalet ve milli irade ilkesiyle bağdaşmaması bize dert değil. Postu koruyoruz. Hele Almanya bir birleşsin, şu İtalyan didişmesinin de icabına bakılır”.

Buyurun cenaze namazına ve de bilhassa işte buyurun Marksist “namusa” (!)!”

Böylece anlıyoruz ki, Engels, Hadi Uluengin’in tırnak içinde verdiği üç cümleyle, Marksistlerin ne kadar “namuslu” olduğunun kanıtını sunmaktadır. Uluengin’e göre Engels bu üç cümleyi “harfiyen” yazmıştır, yani çeviri tam ve doğrudur. Sonra, devam ediyor:

“EVET evet, Marx da, Engels de tıpkı onların amentüsüne iman etmiş komünistler ve komünist rejimler gibi daha ilk andan itibaren “a-h-l-â-k-s-ı-z” davrandılar.

Devlet “realpolitik”iyle davrandıkları içindir ki işte her iki “kurucu baba” da İtalyan mağdurları gelecek ayın çarşambasına havale ediyorlar. “Didişme” diye de küçümsüyorlar.”

Buradan da anlıyoruz ki, Hadi Uluengin’in “harfiyen” yazıldığını iddia ettiği bu üç cümle Marksistlerin ve komünistlerin namussuzluğunun ve ahlâksızlığının önemli bir kanıtıdır.

Engels’in 1859 yılı Mart ayında yazdığı ve Nisan ayında Berlin’de yayımlanan, özgün adı “Po und Rhein” olan bu broşürde Hadi Uluengin’in “harfiyen” yer aldığını iddia ettiği bu cümleler, hiç süphe yok ki bir namussuzluğa ve ahlâksızlığa işaret etmektedir, ama o broşürde yoktur. Engels’in broşüründe “harfiyen” yer aldığı iddia edilen bu cümlelerin kimin namussuzluğunu ve ahlâksızlığını kanıtladığına ise okuyucular kendileri karar verebilirler.

Bu yazının başlığında geçen Lili von Shtupp’tan hiç söz etmedim. Merak eden okuyucular internette bir arama motoruna bu adı yazdıkları takdirde en az 20.000 referans bulacaklar. Birkaç tanesini okurlarsa bu yazı ile Lili von Shtupp’un ilişkisini kolaylıkla bulabilirler.

Ah Bankalar, Vah Bankalar

(Aralık, 2012 veya Ocak, 2013, soL)
Gazetelerde, internette, günlük yaşamımızda, bankalar hakkındaki şikayetlerin çığ gibi büyüdüğünü görüyoruz. Şikayetler, genellikle, kredi kartları için alınan abonelik ücretleri, vadesiz hesaplara tahakkuk ettirilen ve hesap sahibinin haberi olmadan hesaptan otomatik olarak çekilen “hesap işletim ücreti”, tüketici kredilerinin açılması, kullandırılması ve kapatılması sırasında talep edilen “dosya masrafı”, sigorta primi gibi konularda yoğunlaşıyor.

Tüketici Mahkemeleri ve kaymakamlıklardaki Tükeci Hakem Heyetlerinin gündemi bu türden şikayetlerle dolup taşıyor. Öyle ya, siz hesabınızda kredi kartı borcunuzu ödemeye yeterli tutarda para olduğunu sanıyorsunuz ama banka bir gece önce hesabınızdan “hesap işletim” ücreti tahsil ettiği için kredi kartı borcunuzu ödeyememiş duruma düşerseniz ne yaparsınız? Hakkınızı ararsınız.

Veya, banka tarafından size tahsis edilen “ihtiyaç” kredisini çekmek üzere şubeye gittiğiniz zaman sizden “dosya masrafı” adı altında, ne olduğunu şube yetkililerinin bile bilmediği yüklüce bir tutarı kullanacağınız krediden kesmeye kalktıkları zaman cinleriniz tepenize çıkmaz mı?

Ne yaparsanız yapın, nereye başvurursanız başvurun, bankalar kös dinlemiş olduğu için hiç aldırmadan sizden aynı paraları, sizin rızanız olmadan, almaya devam ediyorlar.


Yatırım Nasıl Geri Alınır?

Bankalar tahsil ettikleri ücretleri haklı göstermek için çok cince bir açıklama yolu bulmuşlar: “Biz bu hizmetleri vermek için yatırım yaptık, bu yatırımımızı ancak böyle geri alabiliriz”. Bu açıklamanın birinci bölümü yarı doğru: Az sayıdaki bankamız, gerçekten, teknolojik düzey olarak yurtdışındaki çoğu bankaladan çok ileri durumda. Ama bunların sayısı bir elin parmaklarının sayısını geçmiyor. Açıklamanın ikinci bölümü ise külliyen yalan. Çünkü, bankalar, diğer bütün şirketler gibi, yaptıkları yatırım üzerinden amortisman ayırarak masraf yazıyorlar ve ödedikleri vergiyi azaltıyorlar. İnsanın, “Yatırımını müşterilerinin sırtından çıkarmak istiyorsan amortisman masrafı yazma o zaman” diyesi geliyor.


Bankalar ne kadar Kredi Veriyor?

Tarihimizde ilk kez görüldüğü üzere büyüme hızı ile de ilgilenmeye başlayan Merkez Bankası, yapmak istediği birçok şeyin yanısıra cari açığı da azaltmak rolünü üstleniyor. Merkez Bankası, kredi hacmını küçültmek veya sıkı bir kontrol altında tutabilmek için bir süredir bir dizi para politikası önlemlerine başvuruyor. Aklı başında herkesin yapması gerektiği gibi, eğer kredi hacmi denetim altına alınmak isteniyorsa, bankaların kredi hacminin hangi büyüklükte olduğunun bilinmesi gerekir. Bu büyüklüğü bilmiyorsanız uyguladığınız politikanın başarılı olup olmadığını ölçemeyeceğiniz gibi, başlangıç noktanız olan “yüksek kredi hacmi tüketimin artmasına yol açıyor; artan tüketim ithalatı kamçılıyor, bu da cari açığı yükseltiyor” saptamasının doğru olduğunu bile iddia edemezsiniz.

Peki, bankaların toplam kredi hacmini biliyor muyuz? Bankalar ile ilgili verileri toplamakla görevli üç ayrı kuruluş var: Birincisi, bankaların patronu durumunda olan BDDK, ikincisi eski patron Merkez Bankası, üçüncüsü ise Bankalar Birliği. Bankalar, çesitli yasa ve yönetmelikler gereği olarak bilançoları, kâr/zarar tabloları ve akla gelebilecek her türlü faaliyetleri ile ilgili tüm verileri bu üç kuruluşa dönemsel olarak raporlamak zorundalar. Tablo I'de bu üç kuruluşun 2012 yılı Eylül ayı sonu itibariyle verdikleri sayılar gösteriliyor. (Merkez Bankası Ekim ayı sonuna ait verileri de yayımladı ama diğer kuruluşlarla karşılaştırma yapabilmek için Eylül verisini kullandım). Toplam krediler, bankalar tarafından tahsis edilip kullandırılan tüm tutarlardan o döneme kadar geri ödenen ana paranın çıkartılması, elde edilen sonuca faiz reeskontlarının eklenmesiyle bulunuyor. Bu toplamın içinde çeşitli sınıflamalar adı altındaki “takipteki” krediler de var. (Krediler ile ilgili tablolardaki sayılar bu kuruluşların resmi web sitelerinde yayımlanan raporlardan alınmıştır. Merkez Bankası'nın verileri bu kuruluşun Elektronik Veri Dağıtım Sistemi'nden değil “Sektör Kredileri” sayfalarından alınmıştır).

Tablo I: Eylül 2012 Sonunda Toplam Krediler (milyon TL)
Merkez Bankası'na göre 832.160
Bankalar Birliği'ne göre 732.983
BDDK'ya göre-1 762.602
BDDK'ya göre-2 755.640

Şaşırtıcı değil mi? Bankalar her üç kuruluşa da aynı raporları veriyorlar ama bu kuruluşların resmi web sitelerinde aralarında neredeyse 100 milyar TL'ye ulaşan farklılıklar olabiliyor. Daha da şaşırtıcı olan, bankaların herşeyine vakıf olması gereken BDDK eylül ayının son işgünü olan 28 Eylül tarihi için aralarında 7 milyar TL fark olan iki ayrı sayı veriyor. Enflasyon, işsizlik oranı, dış ticaret istatistikleri gibi konularda (2002-2005 yılları arasındaki mamul madde stokları rezaletini bir kenara bırakıyorum) kötü bir şöhrete sahip olan TÜİK benzeri bir durumla mı karşı karşıyayız acaba?

Toplam kredi hacmi, kuruluştan kuruluşa böyle farklılıklar gösterirse, kredilerin nerelere verildiği konusunda da farklılıklar olması kaçınılmaz. Bir örnek vermek gerekirse, Tablo II, yine eylül ayı sonu itibariyle bireysel kredi tutarlarını gösteriyor:

Tablo II: Eylül 2012 Sonunda Toplam Bireysel Krediler (milyon TL)
Merkez Bankası'na göre 205.194
Bankalar Birliği'ne göre 172.977
BDDK'ya göre 252.944

Bankalar Birliği ile BDDK arasında tam 80 milyar TL fark var. Bankalar bu kuruluşlara aynı verileri gönderdiklerine göre bu farklı sayıları elde edebilmenin özel yöntemleri olsa gerek. Farklılıklar, bireysel kredilerin dağılımında da devam ediyor. Tablo III, bireysel kredilerin eylül ayı sonuna göre dağılımlarını gösteriyor:

Tablo III: Eylül 2012 Sonunda Bireysel Kredilerin Dağılımı (milyon TL)
Konut Otomobil Diğer+İhtiyaç Kredi Kartı
Merkez Bankası'na göre 83.870 7.789 78.432 35.102
Bankalar Birliği'ne göre 74.957 7.232 24.380* 66.407
BDDK'ya göre 81.033 7.675 96.084 68.153

* Bankalar Birliği bu sayıyı aslında 90.787 olarak veriyor ama belli ki bunun içinde kredi kartı alacakları da var, çünkü 90.878 doğru olarak kabul edilirse dağılım toplamı, toplam bireysel kredilerden fazla oluyor.

Otomobil kredilerinde neredeyse bir görüş birliği var. Konut kredilerinde Merkez Bankası ile Bankalar Birliği arasında %10'dan daha fazla bir fark görülüyor. Kredi kartı ve diğer kredilerde ise kantarın topu kaçmış; farklar çok büyük.

Birçok okuyucuya sıkıcı gelecek bu ayrıntıları yazmamın önemli bir nedeni var: Ülkemizde, bankacılık sektörünü yöneten, düzenleyen, onları bir çatı altında toplayan, politikalarıyla bankalara yol göstereceğine inanan bu kuruluşlar bankaların ne kadar kredi verdiklerini bilmiyorlar. Bilmedikleri gibi, bireysel krediler örneğinde olduğu gibi, bu kredilerin dağılımını da bilmiyorlar. Ama, hangisinin doğru olduğu bilinmeyen bu verilerden hareket ederek politika belirlemekte herhangi bir sakınca görmüyorlar.


Bankalar Nasıl Para Kazanıyor?

Eski zamanlar bankacılığında bankalar temel olarak mevduat toplar, topladıkları bu mevduatı kredi olarak verir, kredi faizi ile mevduat faizi arasındaki fark kadar bir gelir elde eder, eğer faaliyet giderleri bu farktan düşük ise kâr ederlerdi. Bu işleyiş çok değişti. Bankalar şimdi bundan 10-15 yıl önce akla bile gelmeyecek faaliyet alanlarına girdiler. Konumuz açısından bu yeni faaliyet alanlarının en önemlisi bireysel krediler ve kredi kartları. Yanlış anlaşılmasın, kredi ve mevduat faizleri arasındaki fark hâlâ bankaların gelirlerinin en büyük bölümünü oluşturuyor ama buna şimdi “ücret ve komisyonlar” eklendi. Bankaların verdikleri bireysel krediler ve kredi kartları yoluyla tüketicilere ne gibi yükler yüklediklerini anlamak için bu kalemleri incelemeliyiz. (Aşağıdaki tüm sayılar Bankalar Birliği'nin eylül ayı sonunda yayımladığı bankaların konsolide edilmiş hesaplarından alınmıştır).


Dört Büyük Banka

2002 yılından sonra sayıları hayli azalsa da Türkiye'de hâlâ çok sayıda banka var. Bu bankalar arasında, toplam mevduatın %86'sı, toplam kredilerin %87'si, mevduata verilen faizlerin %86'sı, kredilerden alınan faizlerin ise %83'ü dört büyük bankaya ait. Bunlar, Akbank, İş, Garanti ve Yapı Kredi. Dolayısıyla, sadece bu dört bankayı incelemek bile tüm bankacılık sektörünü incelemekle eşdeğerli sayılabilir.


Faizler, Ücret ve Komisyonlar

Eylül ayı sonunda bu dört bankanın toplam olarak 411 milyar TL mevduata, buna karşılık vermiş oldukları kredilerden dolayı 396 milyar TL alacağa sahip oldukları görülüyor. Yılın dokuz aylık bölümünde ödedikleri mevduat faizleri, kazandıkları kredi faizleri ile tahsil ettikleri “ücret ve komisyonlar” Tablo IV'te gösteriliyor.

Tablo IV: Faizler, Ücret ve Komisyonlar (milyon TL)
Akbank Garanti İş Yapı Kredi Tüm Mevduat Bankaları Dört Büyük Banka
Ödenen Mevduat Faizi 3.659 3.876 4.233 3.049 17.274 14.817
Alınan Kredi Faizi 5.211 6.247 7.186 5.630 29.170 24.274
Alınan Ücret ve Komisyonlar 1.515 1.885 1.363 1.587 7.244 6.350

Dört büyük banka yaklaşık 400 milyar TL tutarında kredi alacağına sahip ve bu kredilerden 24 milyar TL dolayında faiz geliri elde etmiş. Ücret ve komisyonlardan elde ettikleri gelir ise 6 milyar TL'den biraz yüksek. Yani, kredilerden elde ettikleri faizin %26'sını ücret ve komisyon olarak elde etmişler. Hesap işletim ücreti, tüketici kredilerinden alınan dosya masrafları, kredi tespit ücretleri, ekspertiz ücretleri, ipotek inceleme ücreti, ipotek tesis ücreti, yapılandırma komisyonu, erken ödeme ücreti, kredi kartlarından alınan aidatlar gibi tam 15 kalem işte bu ücret ve komisyonları oluşturuyor.

Mevduat toplayarak veya özkaynaklarından verdikleri krediler bankalar için en önemli risk kaynağıdır. Bu krediler geri ödenmeyebilir, batabilir. Aldıkları bu riske karşılık bankaların elde ettiği faiz gelirinin %26'sı kadar bir tutar ise hiçbir risk içermeyen dosya masrafı, kredi kartı aidatı gibi kalemlerden elde edilebiliyorsa bankaların bireysel kredilere neden bu kadar önem verdiği kendiliğinden ortaya çıkıyor. Ücret ve komisyonlar bu dört bankanın 8 milyar TL'ye yaklaşan net dönem kârının %80'ini oluşturuyor. İşte bu nedenle bankalar kös dinliyor. İşte bu nedenle 25-30 liralık kredi kartı aidatına itiraz eden müşterilerini sürüm sürüm süründürüyorlar.

Altyazılar ve Sorumluluk

(Aralık, 2012, soL)
16 Aralık tarihli soL'da Doğukan Gezer'in “İsimsiz Kahramanlar: Altyazı Çevirmenleri” başlıklı yazısını okuyunca, doğrusu, sevindim. Sonunda birisi, “pir aşkına” bu zahmetli uğraşa giren kişileri bize tanıtmak, çektikleri zorlukları onların ağzından aktarmak, daha da önemlisi, neden böyle nankör bir işle uğraştıklarını dile getirmelerine aracı olmayı akıl etmişti.

Yıllardan beri altyazı ve altyazı zamanlaması ile uğraşan bir kişi olarak, altyazı çevirmenlerinin iki ayrı grupta değerlendirilmeleri gerektiği kanısındayım. Bunlardan birincisi, D.Gezer'in yazısının konusu olan amatör çevirmenler.


Amatör Çevirmenler

Amatör çevirmenler, kendilerinin de anlattığı gibi, bu işi zevk için, herhangi bir karşılık beklemeden yapıyorlar. Tam da amatörlüğün tanımına uygun olarak. Başarılı oluyorlar mı? Her zaman değil. Başka dillerde yapılan ve zamanlaması doğru olan altyazıların dilimize çevrilmesi sırasında önemli yanlışlıklar yapabiliyorlar. Hele, hem zamanlamayı hem çeviriyi bir arada yapmaya kalktıkları zaman ortaya çıkan ürün gerçekten çok kötü olabiliyor.

Özellikle ABD televizyonlarında gösterilen dizileri, gösterimi izleyen 3-4 saat içinde İnternet'te bulabiliyorsunuz. İnternet'ten indirilebilen film ve dizilerin herhangi bir dilde altyazılarını ise en çok 9-10 saat içinde yine İnternet'te bulabilmek mümkün. Öncelikle İngilizce, daha sonra, Fransızca, Almanca altyazılar hazırlanıyor. Birkaç gün içinde de Rumence'den, Arapça'dan tutun da Brezilya'da konuşulan Portekizce'ye dek en az 10-12 dilde altyazı kullanıcılara sunuluyor.

Tıpkı D.Gezer'in yazısının konusu olan bizim çevirmenlerimiz gibi onlar da bu işi “pir aşkına” yapıyorlar. Aralarında, 29 yaşındayken sağır olan ve dizilerin altyazılarını dudak okuyarak neredeyse hiç yanlışsız İngilizce'ye çeviren bir kişi biliyorum.

Hem çeviri, hem zamanlama yapmak çok daha zor bir uğraş. Bu iş için geliştirilmiş ve bazıları gerçekten başarılı sonuçlar veren bilgisayar yazılımlarına rağmen videonun saniyede kaç kare gösterdiğine bağlı olarak ortaya çıkan sorunlar, ancak zamanlama göstergelerinin birkaç kez daha gözden geçirilmesiyle mümkün olabiliyor. Videonun İnternet ortamına aktarılması için gerekli olan sıkıştırmanın hangi araçla yapıldığına ve hangi dosya uzantısıyla saklandığına bağlı olarak da sorunlar ortaya çıkabiliyor. Bu sorunların giderilmesi de işte bu fedakâr “altyazı çevirmenleri” tarafından üstleniliyor. (Bu yakınlarda boy gösteren bir web sitesi, bu tür sorunların tümünü çözdüğünü iddia ediyor. Kullandığınız videonun özelliklerini, saniyedeki kare sayısı, dosya formatı, vb. girdikten sonra bu video ile zamanlaması uymayan bir altyazı dosyası gönderiyorsunuz. Birkaç dakika içinde, size zamanlaması uygun olan yeni bir altyazı dosyası gönderiyorlar).


Profesyonel Çevirmenler

Bu yazının asıl konusu ise altyazı çevirmenlerinin sorumluluğu. Amatör çevirmenlerin çoğu, bu sorumluluğu o kadar derinden duyuyorlar ki yaptıkları çeviri ve zamanlamanın doğruluğuna tam olarak inanıncaya dek işlerini bitmiş saymıyorlar. Peki, profesyonel çevirmenler için de durum aynı mı? Profesyoneller arasında elbette çok yetkin ve tam anlamıyla işinin ehli olanlar var. Ama ne yazık ki azınlıktalar.

Kötü profesyonel çevirmenler arasında en göze batan ve çevirileri tümüyle, evet tümüyle, uydurma olanlar var. O kadar uydurma ki seyrettiğiniz filmden herhangi bir şey anlamanız mümkün değil. Bu çevirmenlere en çok “korsan” DVD piyasasında rastlanılıyor. Göreli olarak daha çok sorumluluk duyan ve daha iyi bir iş çıkarmaya çalışan profesyoneller kendilerini bu uydurukçulardan ayırd etmek için çevirilerinin başına “Tam Çeviri” ibaresini eklemek gereğini duyuyorlar.

Kendi başına bir kategori ise, çeviriyi yaparken kendi öznel görüşlerini de altyazıya aktaranlar. Örneğin, Will Smith'in “I am Legend” filminin bir sahnesinde filmin kahramanı dünyanın içine düştüğü duruma karşı tepkisini dile getirirken “Tanrı yok” diye bağırıyor. Çevirmenin altyazısı şöyle: “Tanrı yok (haşa de ulan)”.

Profesyonel çevirmenler yaptıkları iş için para alıyorlar. Videodaki tüm konuşmalar ellerine veriliyor. Zamanlama yapmak gibi bir sorunları da yok. Yaptıkları iş ile kıvanmaları, çevirilerini okuyan izleyicilere saygı duymaları, kendilerine ve izleyicilerine karşı saygı duymaları gerekmez mi? Bu soruyu, ülkemizin herhalde en yaygın sayısal uydu platformu olan Digiturk'un dizi ve film altyazılarından örnekler vererek cevaplamaya çalışacağım.


Digiturk'un Altyazıları

Digiturk'un, çoğu bayağı eski film ve dizileri gösteren birçok kanalı var. Neredeyse tümünün özgün dili İngilizce olan bu film ve dizilerin altyazıları acınası durumda. Çeviri yapmayı sadece o dili şöyle böyle okuyup yazmaktan ibaret sanan “profesyonel” çevirmenlerin elinden çıktığı anlaşılan bu altyazılardan bazı çarpıcı örnekler verirsem ne demek istediğim belki daha kolay anlaşılır.

Bu örnekleri elimden geldiğince sınıflandırmaya çalıştım. İlk grupta, düpedüz dil bilmemekten kaynaklanan çeviriler var:

Dizel benzini (diesel fuel);
Masaların üzerinde beklemek (garsonluk yapmak anlamına gelen “waiting on tables” yerine); Haber kepçesi (atlatma haber anlamına gelen “news scoop” yerine);
Biz folklör severiz (biz basit, mütevazi insanlarız anlamındaki “We're simple folks” yerine);
Doçent (felsefe doktoru anlamına gelen “Ph.D.” yerine);
Vali (belediye başkanı demek olan “mayor” yerine);
Kruvazör (polis devriye arabası anlamına gelen “cruiser” yerine);
Muavin (komi demek olan “busboy” yerine);
Yalvarırım değiş (izninizle ben bu konuda aynı fikirde değilim demek olan “I beg to differ” yerine);
Tedarik ilacı (makattan alınan fitil anlamındaki “suppository” yerine);
Harici kambiyo (yabancı para, döviz anlamına gelen “foreign exchange” yerine).

İkinci grupta, çevirisini yaptığı dilin konuşulduğu ülkenin kurumlarını bilmemekten kaynaklanan yanlışlar var:
Kontroller ve bakiyeler ( ABD'de yargı, yürütme ve yasama organlarının birbirlerini denetlemesinin temel işleyiş biçimi olan “checks and balances” yerine);
Postane Komutanı (ABD'de posta örgütünün en üst düzey yöneticisi olan “Postmaster General” yerine);
Şirket maddeleri (şirket anasözleşmesi anlamındaki “articles of incorporation” yerine);
Ev Ofisi (İngiltere'deki İçişleri Bakanlığı “Home Office” yerine);
Arnavutluk (New York eyaletinin yönetim merkezi olan “Albany” yerine).

Üçüncü ve son gruptaki örnekler ise, çevirmen olarak para kazanan bu profesyonellerin kültür düzeyi ile ilgili:
Birinci örnek, George Bernard Shaw'un ünlü Pygmalion sahne oyununun “domuz malion” diye çevrilmesi. Çevirmen, yaptığı çevirinin ne kadar gülünç olduğunun farkında bile değil ki bir kez bile olsun kontrol etmek ihtiyacını duymamış. Pygmalion üzerine kurulu olan ve o güzeller güzeli Audrey Hepburn'ün baş rolünü oynadığı My Fair Lady filmini de görmemiş.

İkinci örnek, dilimize Rüzgâr Gibi Geçti olarak yerleşen Gone with the Wind'in Rüzgârla Gitmiş olarak çevrilmesi. Çeviri, teknik olarak doğru, ama anlaşılıyor ki çevirmen Rüzgâr Gibi Geçti'nin ne romanını okumuş, ne filmini seyretmiş.

Bazı örneklerini verdiğim bu yanlışların “yayıncı kuruluş” tarafından denetlenmediği de açıkça belli oluyor. Milyonlarca paralı abonesi olduğu söylenen bu televizyon şirketinin müşterilerine karşı gösterdiği bu sorumsuzluk ve vurdumduymazlık akla “acaba çeviri masrafından tasarruf etmek için Google Translate mi kullanıyorlar?” sorusunu getiriyor. Öyle ya, bu türden saçmalıklara ancak orada rastlıyoruz.

Bu acınası zavallılık karşısında, Will Smith'e “Haşa de ulan” diye öznel tepkisini dile getiren çevirmenin yaptığı, doğrusu çok hafif kalıyor ve amatör altyazı çevirmenlerimizin gayretlerini gözümüzde daha da değerli kılıyor.

Fiktif Sermaye ve Bear Stearns’ün Çöküşü

18 Mart 2008, Salı
http://arsiv.sol.org.tr/index.php?yazino=29408

Başbakan Erdoğan "demokrasi ile ekonomi at başı" diyerek dün İMKB'de yaşanan çöküntüyü kapatma davası ile bağlantılandırdı. ABD başta olmak kapitalizmin kalelerinde bir türlü söndürülemeyen yangınla doğrudan bağlantılı olan bu durum yokmuş gibi davranmayı tercih eden AKP iktidarının şimdi de kapatma davasına sarılacağı anlaşılıyor. Sinan Korkut, dünyadaki çöküşü derinleştiren Bear Stearns'ün batışını değerlendirdi.



ABD'nin üçüncü en büyük sermaye piyasası kuruluşu olan Bear Stearns (BS) battı. Son üç yılda iki kez "En Çok Hayranlık Duyulan Şirket" seçilen, mali sermaye operasyonlarının yoğunlaştığı 11 ülkede 15 bin 500 çalışanı olan BS gümbürdedi, gitti. Daha bir yıl önce, 25 Nisan 2007'de, bir hisse değeri 159,36 dolar ve toplam piyasa değeri yaklaşık 19 milyar dolar idi. Bir başka büyük yatırım ve sermaye piyasası şirketi olan J.P.Morgan Chase (JPM), BS'in hisselerini hisse başına 2 dolara eşit gelen bir hisse senedi takası ile toplam 236 milyon dolara satın almak istediğini açıkladı. (BS'nin sadece New York Manhattan'daki merkez binasının değerinin 1,5 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor). JPM'nin teklifi Haziran ayı sonundaki genel kurul toplantısında karara bağlanacak.

Mali çevrelerce "zehirli atık" diye nitelenen düşük kaliteli tutsat kredileri ile başı belaya giren BS, bankaların kredilerini kesmesiyle nakde sıkıştı ve 14 Mart Cuma günü başlayan bir operasyonla Amerikan Merkez Bankası FED, hafta sonu tatilinde şimdiye dek eşi görülmemiş bir mekanizmayı harekete geçirerek BS'in en büyük rakiplerinden birisi olan JPM'ye, BS'i kurtarmak üzere kredi açtı. Daha sonra "kurtarma"nın satın alma olduğu anlaşıldı.

Kapitalizmin kalelerinde şimdi sorulan soru şu: Sırada kim var? Citigroup mu? Lehman Brothers mı? Üniversiteden yeni mezun olmuş gençlerin nerdeyse boğaz tokluğuna çalışmayı kabul edecekleri; çalışanlarının 1-2 yıllık bir deneyim kazandıktan sonra diğer finansal kurumlara çok çekici ücret+prim paketleriyle transfer edildikleri bu finansal devlere ne oluyor?

Görünürdeki neden, çok düşük kaliteli tutsat kredilerinin ödenmemeye başlamasıyla oluşan zararların yarattığı bilanço etkileri ve buna bağlı olarak dalga dalga yayılan güvensizlik duygusu. Bu çözülmeyi durdurmak için bir taraftan FED diğer taraftan Bush yönetiminin arka arkaya açıkladığı önlem paketleri pek işe yaramış görünmüyor. Acaba bu görünürdeki nedenin arkasında daha köklü, daha güçlü bir neden mi var? Evet, var.

Bu neden, Marksistlerin fiktif, hayalî sermaye dedikleri, yani meta biçiminde elde edilebilecek değerin çok üstünde değer taşıyan kredi, borç senedi, hisse senedi gibi parasal sermayedir. Marx kapitalist sistemi incelerken, döneminin özellikleriyle sınırlı olarak, fiktif sermayenin sadece kredi sistemi ve şirket hisseleriyle ilgili olan yönlerini incelemişti. O'nun zamanında basit bir kredi işleminin ancak sınırlı sayıda kimsenin anlayabileceği "türev" ürünlere dönüştürülme teknikleri daha yoktu. Buna rağmen bankaların kredi mekanizmasının ve şirketlerin hisse senedi çıkarmalarının sonuçlarını görebiliyordu. Borç alanla borç veren arasındaki ilişkinin sadece parasal sermayenin el değiştirmesi değil, parasal sermaye üzerinde hak sahibi olunduğunu gösteren ve yasalar tarafından korunan bir kâğıt parçası aracılığıyla, el değiştiren paranın tutarından çok daha büyük hacimlere varan bir işlemler dizisinin kapitalizmi nasıl değiştirdiğini anlıyordu.
Daha kolay anlaşılır ve günümüzden bir örnek vermek gerekirse, şirketlerin borsada alınıp satılan hisse senetleri ile o şirketlerin üretken sermayeleri arasındaki değer ilişkisinin tümüyle kopmasını gösterebiliriz. Hisse senetlerinin borsada oluşan fiyatları o hisselerin, şirketin üretkenliğinden ve dolayısıyla kârlı olup olmamasından bağımsız olarak, sadece daha ileri bir tarihte hangi fiyata satılabileceği beklentileri üzerine kurulduğu zaman üretken sermaye ile bu sermaye üzerinde hak sahibi olunduğunu gösteren belgeler arasında hiçbir ilişki kalmaz. Hisselerin her geçen gün daha yüksek fiyata satılabileceği beklentisi devam ettiği sürece sorun yoktur. Ama bu beklentinin kırıldığı bir güvensizlik ortamının ortaya çıkması, her şeyin altüst olacağı bir dönemim başlangıcını oluşturur. Böyle bir ortamda fiktif sermayenin ancak küçük bir bölümü kullanım değerine dönüştürülebilir, geriye kalan çok büyük bölümü ise "buhar" olup uçar gider; geçtiğimiz Şubat ayının sonunda 87 dolara satın alınan bir adet BS hisse senedinin 85 dolarının bugün uçup gitmesi gibi.

Fiktif sermayenin yaygınlaşıp genişlemesi kapitalizmin gelişmesi için gerekli bir koşuldur. Geleceğe güven duygusunun artması, fiktif sermayenin de artmasına yol açar. Marx'ın yaşadığı döneme kıyasla, günümüzün finansal teknikleri bu yaygınlaşma ve genişlemeyi akıl almaz boyutlara taşıdı. O kadar ki, en gelişmiş matematik ve istatistik araçlar bile bazı fiktif sermaye araçlarının onları satın alanlar için yarattığı riskleri ölçemez oldular. BS'nin ve onun yanısıra bugün batma sınırlarına yaklaşmış olan o devasa bankaların başlarını derde sokan faktör de işte bu riski ölçülemez hale gelen, ama güven ortamı sürdükçe genişleyen ve yaygınlaşan tutsat kredileri oldu.

“2001 Yılını Mumla Ararız”

20 Eylül, 2008
http://haber.sol.org.tr/ekonomi/2001-yilini-mumla-arariz-haberi-5950

ABD'de ortaya çıkan mali krizin sonuçları, ABD ve dünya ekonomisinin geleceği ve krizin Türkiye'ye olası etkilerini iktisatçı Sinan Korkut değerlendirdi.


soL: ABD'de ortaya çıkan mali krizin 1929 bunalımına benzediği, etkilerinin1929 bunalımının etkileri kadar büyük olacağı belirtiliyor, siz nedüşünüyorsunuz bu konuda?

Sinan Korkut: Bence hem benziyor, hem benzemiyor. Benzemeyen yönü krizin nedeni. 1929 bunalımının altında biz hep fazla üretim olgusunun yattığını düşünürüz; üretilen mal ve hizmetlerin tüketilmesini sağlayacak satın alma gücünün üretimteki artışa yetişemediğini düşünürüz. Dolayısıyla 1929 krizini bir fazla üretim-eksik tüketim krizi olarak yorumlarız. Bunun altında yatan temel nedenin ise kapitalizmin içsel olarak çözmesi mümkün olmayan bir sorunda, sermaye birikiminin eninde sonunda, devresel krizlere dönüşeceğinde yattığını biliriz.

Etkiler açısından baktığımız zaman bu iki krizi karşılaştırabilmek için yeterli veri henüz yok. Kriz şimdilik, büyük ölçüde, ABD'de. Diğer kapitalist ülkelere de sıçrayacağı muhakkak. Bu sıçrama gerçekleştiği zaman 1929 krizi ile etki benzerliklerini karşılaştırabilecek duruma gelebiliriz.

Ama, görünen o ki, kapitalizm gerçekten çok önemli bir sorun ile karşı karşıya.

soL: ABD'de başlıca yatırım bankalarının iflası ile patlak veren mali krizi Amerikanın çöküşü ya da kapitalizmin çöküşü şeklinde değerlendirenler oldu, sizce son mali kriz neyin göstergesi, ABD ve dünya ekonomisi nereye gidiyor?

Sinan Korkut: Bu abartılı bir değerlendirme. Krizin kapitalizmi sarsacağını ve yayılma hız ve şiddetine bağlı olarak sistemi yerinden oynatacağını düşünebiliriz ama bir sistem olarak kapitalizmi çökerteceğini söyleyemeyiz. Şimdilik, en büyük yarayı ABD alacak gibi görünüyor ama bence toptan bir çöküş ortada pek yok gibi.

Bu kriz bize, galiba, kapitalist sistemde egemen güç haline gelmiş olan finansal sermayenin kamu denetiminden uzak kaldığı zaman nelere yol açabileceğini gösteriyor. Kar hırsıyla (ki kar hırsı olmadan kapitalizm pek mümkün değil) sürekli büyümek ve genişlemek zorunda olan sermayenin yol açabileceği yıkımın ne denli büyük olabileceğini de göreceğiz. Ne yazık ki yıkım büyük ölçüde emekçi kitlelerin sırtına yıkılacak. Bunun hemen önümüzdeki canlı örneği, AIG yöneticisi Hank Greenberg. Servetinin yüzde 95'ini kaybetmiş ama hala özel jet uçağı, mali mülkü ve 160 milyon dolar parası var. İnsanın "Böyle batma dostlar başına" diyeceği geliyor.

soL: ABD seçimlerinin FED ve Kongrenin alacağı önlemlere etki ettiğini düşünüyor musunuz? Bundan sonraki süreçte FED ve Hazine Bakanlığı'nın alacağı önlemlerin sonuçları ne olur?

Sinan Korkut: Hank Greenberg geçen gün "Kimse ne yapılması gerektiğini bilmiyor" dedi. Çok doğru söyledi. Ne FED ne Kongre ne ABD yönetimi ne yapılması gerektiğini biliyor. Aldıkları kararlar çok kısa vadeli, geçici ferahlamalar yaratsa bile ertesi gün durum daha da kötüleşiyor. Bu, insana, 1929 krizinin başlamasından 6-7 sonra New York Borsası'nın bayağı bir toparlanmasını ama hemen arkasından tepetakla gitmesini hatırlatıyor.

soL: Krizin bundan sonra Türkiye ve benzer ülkelere etkileri ne olur?

Sinan Korkut: Kriz madem bankacılık sektöründe başladı, ben de bankacılıktan başlayayım. BDDK'dan yapılan açıklamaya göre bankalarımız kötü durumda değil: Sermaye yeterlilikleri iyi, karları eh fena değil; batan krediler biraz artmış ama bu tehlikeli değilmiş. Bu açıklama üzerine bankacılar ve köşe yazarlarından övgüler gelmeye başladı. Hatta, bankacılık sektörümüzün bu denli sağlam olması nedeniyle krizin etkilerinden kaçacak sermayenin Türkiye'ye geleceği söylendi. Bir kamu bankasının genel müdürü, nakit darlığına düşen yabancı bankalara kredi verdiklerini açıkladı.

Körlük olur ama bu kadarı olmaz; basiretsizlik olur ama bu kadarı olmaz.

Aklı başında herkes bilir ki, bankalarımızın yüksek oranlı sermaye yeterliliği, BDDK'nin kararıyla, Hazine bonosu ve devlet tahvillerinin "risksiz" olarak kabul edilmesinin sonucudur. Bu kağıtlara Türkiye'nin kredi notuyla uygun bir bicimde risk ağırlığı verildiği takdirde, portföylerinde bu varlıkları taşıyan bankalardan kaç tanesinin sermayesinin yeterli olacağını herhalde BDDK hesaplamıştır. Bankacılık sermaye demektir. Sermayesi yeterli olmayan bankalar sarsıntılara göğüz geremez, batar.

Türkiye bankacılığının şanslı olduğu tek yön, ABD'deki yatırım bankalarının batmasına neden olan türev piyasalarına çok girmemiş olmalarıdır. Eğer bankacılık sektörü bu krizden az yara bere ile kurtulursa bunun nedeni, belki de teknik yetkinlikleri olmadığı için, bu piyasalara girmemiş olmaları olacaktır.

Bu krizin sadece finansal piyasaları etkileyeceğini kimse düşünmüyor. Önü alınmazsa üretim alanına da sıçrayacak. Bu olgu bizde, öncelikle, ihracat pazarlarının daralması sonucu ihracat yapan sektörleri etkileyecek. Bu sektörlerdeki daralma gelir düzeyini düşürecek, işsizliği artıracak. İnşaat sektöründe zaten başlamış olan durgunluk (bazı inşaat şirketlerinin iflas etmekte olduğu söyleniyor) daha da artacak.

Uzun sure "finanse ediyoruz" diye övünülen ama son aylarda "bu biraz fazla oldu, dikkat edelim" diye uyarıların geldiği cari açığımızın artık finanse edilmesi tehlikesi de belirirse o zaman 2001 yılını mumla ararız.

Neler Oluyor?


(Bu yazıyı nerede yayımladığımı hatırlamıyorum).

25 Temmuz, 2008

ABD bankalarının verdikleri krediler karşılığında aldıkları ipoteklerin nakde çevrilme oranı iki yıldır sürekli artıyor. Nisan-Haziran çeyreğinde bu oran bir önceki üç aya göre %14 arttı. Bankaların satışa çıkardığı gayrımenkullerin sayısı geçen yıla göre %121 artarak 740.000’e yükseldi. Türkiye’de emlak piyasası durdu. Geçen yıl peşin 600.000 avroya satılan bir apartman dairesini bugün 600.000 dolara hem de 36 ay taksitle almak mümkün; hem de banka kredisi değil yapsatçının verdiği krediyi kullanarak. İnşaat sektörü daralıyor; inşaat sektörüne iş yapan sektörler daralıyor.

Neden? Neler oluyor?

Birçok cevap var, ama bir tanesinin üstünde daha fazla durmak gerekiyor.

2001 krizinden yara bere içinde kurtulan bankalar kurtarıcı olarak bireysel krediyi buldular. Çok sayıda bireysel tüketicinin davranışlarının tahmin edilebilirliği üzerine kurulan istatistik modelleri kullanarak (veya kullandıklarını sanarak) batak oranı yüksek olsa bile bireysel kredilerden elde edilen kazançların kredilerin batması sonucu ortaya çıkan zararı fazlasıyla telafi edebileceğini keşfettiler. Fahiş faiz oranları ve hesaplama hileleri, kredi kartı borçlularını, nakit avans çekme gafletine düşenleri çarptı. Yuvalar yıkıldı, insanlar utançlarından intihar ettiler, bazıları kendilerinden sonra borçlarını ödeyemeyeceklerini bildikleri eşlerini ve çocuklarını da öldürerek intihar etti.

Bireysel krediler giderek büyüdü. Bankaların kredi portföyü içinde en yüksek paya sahip oldu. Geleneksek olarak en yüksek paya sahip olan toptan ve perakende ticaret ve tekstil sektörü kredilerini kat kat aştı. Toplam krediler içindeki payı %24’i geçti.

Bütün kredilerde olduğu gibi bireysel kredilerde de batak krediler vardı. Geçen yıl Ekim ayına kadar bireysel kredilerin yaklaşık %1,3’ü batıyordu. Bu oran çok kârlı bir işin göstergesiydi. Ama ne olduysa Ekim ayında oldu. Batan bireysel kredilerin toplam bireysel kredilere oranı birden sıçradı; önce %2,73 oldu, sonra Nisan-Mayıs 2008’de %3,48’e kadar yükseldi. Gecikme faizlerinin hesaplama biçiminde yapılan yasal değişiklikler ve gecikme faizi oranlarına getirilen sınırlamalar bu batak oranıyla birleşince iş yavaş yavaş daha az kârlı olmaya başladı. Gerçek şu ki, 2001 krizinden önce uzun yıllar ortalama %10 dolayında bir batak kredi oranıyla çalışan bankalar için bireysel krediler hâlâ kârlı bir iş alanı. Ama işin bir de başka bir yönü var...

Aşağıdaki grafik bireysel kredilerin toplam krediler içindeki payını (mavi çizgi) ve batan bireysel kredilerin toplam batan krediler içindeki payını gösteriyor (kırmızı çizgi).


Mavi çizgi geçen yıl başından bu yana bireysel kredilerin toplam krediler içindeki payının çok az arttığını gösteriyor. Bu artış %20’den %24’e olmuş. Ama, kırmızı çizginin gösterdiğine göre batan bireysel kredilerin toplam batan krediler içindeki payı çok hızla artmış: %8’den neredeyse %30’a çıkmış. Bunun anlamı şu: Kredilerin batma hızı, kredilerin artış hızından yüksek. Bankalar bireysel kredilerdeki batma oranının hâlâ önemli riskler yaratmadığını söylüyorlar, giderek daha yarım ağızla söylüyorlar.

Batma oranı en az olan bireysel kredi türü konut kredileri. Toplam konut kredileri içinde batan kredilerin oranı ortalama %0,4 dolayında olmuş. Son verilerin yayımlandığı Mayıs ayında bu oran birdenbire %0,7’ye yükselmiş. Hâlâ çok düşük bir oran ama büyük bir sıçrama göstermiş. Toplam batan krediler içindeki payı ise %1,8’den %2,5’e çıkmış. Çok kaygı verici bir gelişme.

2001 krizinden sonra sokaklar cins kedi ve köpeklerle dolmuştu. Yaşamayı başaranları sokaklarda dolaşmaya devam ediyor. 200 yılının aldatıcı ekonomik koşulları, herkesi yaşam düzeyinin birdenbire yükseldiğine ikna etmiş ve özellikle beyaz yakalılar cins cins, çok güzel, çok şirin kedi ve köpekler satın almıştı. Kriz gelip işsiz kalınınca veya gelir düzeyi beklenmedik ölçüde düşünce bu zavallı hayvanları bakmak ağır bir külfet haline gelmiş, onlar da sokağa salınıvermişti. Bu kez durum daha ciddi. Sokağa salınıverilenler kedi veya köpekler olmayacak gibi görünüyor.

Ne Oldu, Neden Böyle Oldu?




(Bu yazıyı nerede yayımladım, hatırlamıyorum).

ABD’deki krizi tetikleyen olgu, hiç şüphesiz, bankaların kredi yeterliliği olmayan kişilere kredi açmaları, daha sonra bu kredilerin geri ödenememesidir. Bunun altında yatan neden ise, kapitalizmin sınırsız kâr hırsının yine kapitalizmin kaçınılmaz gerçeklerinden biri olan devrevi hareketlerin aşağıya doğru giden bir dönemiyle denk düşmesidir.

Ne olduğunu ve neden olduğunu anlamak için ABD’deki konut finansmanı yöntemlerinden en yaygın olan tutsat (mortgage, gayrımenkul alımına yönelik ve alınan gayrımenkulun ipoteğine bağlı kredi) sistemini özetlemem gerekiyor. Teknik ayrıntılardan mümkün olduğu kadar kaçınmaya çalışacağım.

Bunu yapmanın en kolay yolu ise kişisel tecrübemi size aktarmak. Kızım Zeynep üniversiteden mezun olup evlendikten sonra ABD’de kalıp çalışmaya başlayınca bir ev almaya karar verdiler. New York’un ünlü 5. Caddesi’nin 40. Sokak ile kesiştiği köşede 1 oda 1 salon (1+1’mi diyorlar şimdi?) küçücük, galiba 40m2 büyüklüğünde bir apartman dairesini tutsat yoluyla almak için bir bankaya başvurdular. Bankanın ve apartman yönetiminin kızım ve damadım hakkında yaptığı istihbari soruşturma ve mülakatlar aylarca sürdü. Sonunda, 1997 yılında, USD 131.000 değer biçilen evi USD 31.000 peşinat ödeyerek 30 yıl vadeli bir krediyle satın aldılar. Bankanın yaptığı soruşturma, kızımın ve damadımın kredi taksitlerini ödemeye yeterli gelirleri olup olmadığını, bu geliri uzun süreli olarak ödemelerini sağlayacak düzenli bir işe sahip olup olmadıklarını belirlemeye yönelikti. Kızım çok büyük bir reklam ajansı olan Lowe’de, damadım ise ünlü Enron şirketinde çalışıyordu. Banka, sonunda, tatmin oldu ki, tutsat kredisini verdi. Bankanın güvencesi, peşinat olarak aldığı USD 31.000 ve taksitler ödenmediği takdirde eve el koyup sattıkları zaman evin piyasa değerinin USD 100.000’ın altına düşmeyeceği konusundaki hesaplamalarıydı.

Enron 2001 yılında batınca kızım ve damadım Türkiye’ye dönerken evi USD 260.000’a sattılar. Yaklaşık üç buçuk yıl içinde %100 kâr etmişlerdi. Bankanın öngörüsü doğru çıkmıştı. Evin piyasa değeri değil düşmek iki katına çıkmıştı.

Tutsat mekanizması işte böyle işliyordu. Bankalar, ellerindeki kaynakları kullanarak ve kredi müşterisinin güvenilirliğini kılı kırk yararcasına inceledikten sonra kredi kullandırıyorlardı. Bankalar, kaynaklarını tutsat kredisi olarak kullandırdıktan hemen sonra bu tutsat kredilerinden oluşan alacaklarını Freddie Mac ve Fannie Mae adlı ve sırf bu amaç için kurulmuş kamu destekli fon sağlayıcı şirketlere satıyor, yaptıkları işlem üzerinden belirli bir miktar kâr sağlıyorlardı. Freddie Mac ve Fannie Mae ise elde ettikleri alacakların bir bölümünü kendilerinde tutuyor ve bu alacakların faiz gelirini elde ediyor, bir bölümünü ise “paketleyerek” ikincil piyasalara satıyor, satarken de kredi taksitlerinin ödenmesini garanti ediyorlardı. Freddie Mac ve Fannie Mae bu garantiyi verirken, bankalardan satın aldıkları tutsat alacaklarının belirli kıstaslara uygun olmasını şart koşuyorlardı. Yani, bankaların ince süzgecinden geçmiş olan müşteriler bir de Freddie Mac ve Fannie Mae’nin süzgecinden geçiyordu. İkincil piyasada bu paketlenmiş tutsat alacaklarını satın alan yatırımcılar (ki çoğu kurumsal yatırımcılar idi) ABD hükümeti garantisi kadar güçlü bir garanti altında memnun mesut faiz elde ediyorlardı. Bence bu, son derece iyi tasarlanmış, esnek, yolsuzluklara ve dolandırıcılığa mümkün olduğunca izin vermeyen, özellikle konut sektörüne sürekli likidite (nakit para) sağlayan bir sistemdi.

İşler ne zaman bozulmaya başladı? Bu bozulmayı ortaya çıkaran birkaç önemli faktör var. Sırasıyla özetleyeyim:

1. 2000’li yılların başında, bankacılık deyimiyle, bankaların “kulaklarından para fışkırıyordu.” Tüm dünyada hüküm süren likidite (nakit para) bolluğu, ABD konut piyasasındaki olağanüstü genişlemeyle birleşince bankalar kendilerini kaybettiler. Ellerinde para vardı; satılmaya hazır yüzbinlerce ev vardı; bu evleri satın almak isteyen yüzbinlerce müşteri vardı. Yani, kredi verme kıstaslarını biraz gevşetirlerse daha çok müşteriye daha çok kredi verebilecek, daha çok kâr edebileceklerdi. Kıstaslar biraz gevşetilince nerede durulacağı pek belli olmuyor. Daha çok kâr etme hırsı, “rakiplerimiz daha kolay kredi veriyor, biz neden vermiyoruz?” gerekçesiyle birleşince tutsat kredileri çığ gibi büyümeye başladı. Bankalarla müstakbel tutsat kredisi müşterileri arasında köprü görevi gören tutsat komisyoncuları (“mortgage broker” denilen bu aracılık biçimi geçtiğimiz yıldan başlayarak bizde de kurumsallaştı) bankaların istihbari araştırma fonksiyonlarını yüklendiler. Geliri, işi olmayan, kötü bir kredi ödeme geçmişine sahip olan müşteriler bile kredi alabilmeye başladı. Yalan beyanda bulunarak tutsat kredisi alanların tesbit edilebilen sayısı 2000 yılında 3.515 iken 2007 yılında 28.372’ye yükseldi. Bunlar sadece tesbit edilebilenler. Tesbit edilemeyenlerin sayısını kimse bilmiyor. Tutsat komisyoncuları, müşterilerin iş ve gelir durumlarını işverenden getirilecek bir belgeyle doğrulatmak yerine müşterinin kendi beyanını doğru kabul ettiler. 1990’larda evin değerinin %25’inden daha az peşinat kabul etmeyen bazı bankalar artık hiç peşin ödeme olmadan tutsat kredisi vermeye başladılar; hem de işi ve geliri olmayanlara; geçmişte kredi kartı borçlarını bile ödeyemeyenlere. Bir taraftan kâr hırsı, diğer taraftan rekabet baskısı sonucunda girdikleri bu yolda tek güvenceleri, işler kötüye gidip evin ipoteği nakde çevrilirse (yani eve el koyup satarlarsa) elde edecekleri paranın kredinin anaparasından daha az olmayacağı konusundaki öngörüleriydi (bkz. Zeynep örneği).

2. Artan gayrımenkul fiyatları tıpkı bankalar gibi tutsat kredisi almak isteyenlerin de en büyük güvencesiydi. Dünya piyasalarındaki likidite bolluğunun tahrik ettiği talep yalnız ev fiyatlarını değil her türlü varlığın (bankacılık anlamında varlık) değerini artırıyordu. Tutsat kredisi için başvuranlar şöyle düşünüyordu: “Ev fiyatları 1999-2003 arasında her yıl ortalama %5-%6; 2003-2006 arasında ise her yıl %11 arttı. Ben bu evi alsam, yarın öbür gün taksitleri ödeyemez duruma düşsem bile evin artan satış fiyatı borcumu ödemeye yeteceği gibi bana bir de kâr bırakır. Hem de bu güzel evde birkaç yıl bedava oturmuş olurum. Kredi taksitlerini ödeyebiliyorsam, evin piyasa değeri artacağı için artan değer üzerinden yeni bir ipotek koydurur, yeni bir kredi alır, bu parayla da plazma televizyon, çocuklar için PS3, yeni ev eşyası, yeni otomobil alırım.” Ve böyle yaptılar...

3. Tutsat kredisi alanlar, kredi alımı sırasında sabit faizli mi yoksa değişken faizli mi kredi almak istediklerine karar vermek zorundaydılar. 2000’li yılların başlamasıyla birlikte faizlerin düşmeye başlaması, sabit faizi seçmeyi, ileride faizlerin daha da düşmesiyle bu düşüşten yararlanamama endişesiyle çekici olmaktan çıkarıyordu. Hem, değişken faizli kredi alınırsa bankalar daha az peşinat istiyor; ilk 5-10 yıl daha az ödeme yapılmasını kabul ediyordu. Dahası, faizlerin gelecek yıllarda daha da düşeceği beklentisi bu faiz türünü seçmeyi çok teşvik ediyordu. Böylece, parasız, işsiz insanlar bankaların verdiği değişken faizli kredilerle ya h
iç peşinat ödemeden ya da çok az peşinat ödeyerek ev satın almaya başladılar. Tabii, krediyle ev alanların tümü parasız veya işsiz değildi. Bunlar kredi taksitlerini rahatlıkla ödeyebilecek durumdaydılar. Bankalar, tutsat kredisi verdikleri müşterileri iyi, orta, “subprime” veya merdiven altı diye üç gruba ayırdılar ve her gruba verdikleri kredilerin koşullarını iyilere en elverişli, merdiven altı kredilere de en pahalı olarak belirlediler. Merdiven altı kredilerin bir başka adı da “toksik atık” idi. En yüksek faizi bunlar ödüyor ve bunların aldıkları kredilerden oluşan alacaklar Freddie Mac ve Fannie Mae’ye satılamadığı için banka bünyesinde tutuluyordu. Aşağıdaki grafik merdiven altı kredilerin yıllara göre nasıl büyüdüğünü gösteriyor. 2006 yılında USD 700 milyar kadar merdiven altı kredi verildiğini ve bu miktarın toplam kredilerin yaklaşık %23’ü kadar olduğunu görüyoruz. 2007 yılının Mart ayında toplam merdiven altı kredilerin USD 1,3 trilyona ulaştığı tahmin ediliyordu. İşte bankalar fitili yanan böyle bir bombanın üzerinde oturuyorlardı.

4. Konut finansmanı piyasasındaki yüksek talep ve yüksek faizler yatırım bankalarını da bu piyasadan pay almaya yönlendirdi. Mevduat toplayamayan, dolayısıyla kendilerini başka yollarla fonlayan bu kurumların türev ürünlerle piyasaya girmesi, bu ürünlerin Standard & Poor’s gibi derecelendirme kuruluşları tarafından neredeyse risksiz demek olan AAA’dan yatırım yapılabilir demek olan BBB’ye kadar derecelendirilmesi konut finansmanı piyasasını iyice şişirdi. (Yatırım bankalarının oynadığı rol aslında çok teknik açıklamalar gerektiriyor. Basit bir biçimde anlatmak çok zor. Bilmeniz gereken şey, bu bankaların, Freddie Mac ve Fannie Mae’ye benzer bir biçimde, tutsat kredisi veren bankaların tutsat alacaklarını satın almaları, bunları yeni finansal ürünler haline dönüştürmeleri ve yatırımcılara satmaları veya bir bölümünü kendi portföylerinde tutmaları. Freddie Mac ve Fannie Mae’den farklı olarak yatırım bankaları merdiven altı olarak nitelediğimiz kredileri de satın alıyorlardı).

5. Konut finansmanı pastasından pay kapmak isteyen sigorta şirketleri de (başta AIG olmak üzere) piyasaya girip, hem ticari bankaların hem yatırım bankalarının paketleyip sattığı ve temelinde tutsat alacakları yatan ürünleri ödenmeme riskine karşı sigortalamaya başlayınca sahne bir sonraki perde için hazır oldu. Derecelendirme kuruluşları tarafından yüksek notlarla değerlenen, bunun üstüne de ödenmesi sigorta şirketleri tarafından garantiye alınan finansal ürünleri kim satın almaz ki...

Bankaların, yatırım bankalarının, sigorta şirketlerinin bildikleri halde göz ardı ettikleri şey ise tutsat kredilerinin ödenememeye başlaması halinde kopacak kıyametti.

İşsiz, düzenli geliri olmayan müşterilerin kredi taksitlerini ödeyememeye başlamaları tehlike çanlarını çaldırdı ama pek kulak asan olmadı. Asıl darbe 2006 yılının ortalarına doğru geldi. Değişken faiz oranlarıyla satın alınan evlerin taksitleri de ödenmemeye başladı. Halbuki bu evleri alanlar iş-güç sahibi, düzenli geliri olan insanlardı. Ödeme güçlüğü içine düşmelerinin iki temel nedeni vardı. Birincisi, değişken faizli kredilerin ilk 2-3 yılı, bankaların müşterileri bu kredileri tercih etmeye teşvik etme politikaları nedeniyle düşük ödemeler içeriyor, sonra birden yükseliyordu. “Allah kerim, nasıl olsa öderiz” diye değişken faizli kredi alanlar yeni ve yüksek taksitleri ödemekte zorlanmaya başladılar. İkincisi ise önemsiz gibi görünen bir matematik gerçekti. Bir örnekle anlatayım: Diyelim ki bankadan tutsat kredisi alarak USD 200.000 değerinde bir ev satın aldınız. Evi satın aldığınız zaman değişken faizi seçtiniz. Borcunuzu 30 yılda ödeyeceksiniz. Başlangıç faiziniz yıllık %6. Her ay ödemeniz gereken taksit, bu faiz oranı ve vadeye göre, USD 1.199. Bir yıl bu taksitleri ödediniz, sonra faiziniz yıllık %9’a yükseldi. Faiz oranındaki üç puanlık artış sonucunda aylık ödemeniz gereken taksitiniz bu kez USD 1.609 olur. Yani üç puanlık faiz artışı aylık taksitinizi tam USD 410, yani %34 artırır. ABD’de aynen böyle oldu.

Hem merdiven altı kredilerin çok büyük çoğunluğunun ödenememesi, hem değişken faiz oranlarının yükselmesi sonucunda ödeme güçlüğüne düşen orta derece müşterilerin hızla artması, konut finansmanına kaynak aktaran tüm kurumları zora soktu. Zorluk şuradan kaynaklanıyordu:

A. Kredi taksitleri ödenemeyen evlerin bankalar tarafından el konulup satışa çıkarılması sonucunda piyasadaki satılabilir konut sayısı artıyor; bu ise konut fiyatlarının düşmesine yol açıyordu. Bu korkunç bir şeydi çünkü bütün mekanizma ev fiyatlarının yükseleceği varsayımı üzerine kurulmuştu. Aşağıdaki grafik ortalama ev fiyatlarının bir dönem öncesine göre nasıl değiştiğini gösteriyor:
2005 yılı sonlarına doğru başlayan düşme eğilimi giderek hızlanıyor. O kadar ki, en hızlı artışların olduğu kentlerde fiyat düşüşleri de en hızlı oldu. Örneğin, bu ay itibariyle, geçen yıla göre ev fiyatları Las Vegas’ta %23, Miami’de %22, Phoenix’te %21, Los Angeles’ta %19,4, San Diego’da %19,2 düştü. (Türkiye’deki durumun ta başından beri ABD’deki resime çok yakın olduğunu düşünüyorum. Emlak piyasasında yaprak kımıldamıyor. Bu işlerden en iyi anlaması gereken insanlardan birisi olan eski Emlak Kredi Bankası Genel Müdürü Aydın Ayaydın, bazı inşaat şirketlerinin batmaya yakın olduğunu söylüyor).

B. Kredilerin geri ödenememesi nedeniyle, değerleme kuruluşları bu kredilerden doğan alacaklarla garanti altına alınmış finansal ürünlerin kredi notunu düşürmeye başladı. 2007 yılının Ekim ayından 2008 yılı Haziran ayı sonuna kadar USD 1.9 trilyon tutarındaki finansal ürünün kredi notu düşürüldü. Bu ürünlere yatırım yapan her kişi, kurum, banka, devlet, sigorta şirketi, emeklilik fonu vb. büyük zararlara uğradı. Bear Sterns bu yüzden battı. Lehmann Brothers bu yüzden battı. Bu ürünlerden satın alan Norveç’teki tasarruf sandıkları bu yüzden battı.

Aşağıda bir grafik daha var. Yalın ama çok öğretici.


Mavi çizgi ev satışlarını gösteriyor, sürekli olarak azalıyor. Yeşil çizgi satılmaya hazır ev stoklarını gösteriyor, sürekli yükseliyor. Kırmızı çizgi ise satışa hazır bekleyen evlerin ortalama kaç ayda satılabileceğini gösteriyor ve sürekli yükseliyor. 2005 yılı sonunda satışa çıkarılan bir ev ortalama 5 ayda müşteri bulurken, bu yılın Haziran ayında bu evin ortalama 11 ay sonra satılabileceği umuluyor. (İstanbul’u çepeçevre kuşatan yüzlerce sitede boş duran binlerce ev ve apartman dairesi size bir şeyler söylüyor mu?)

Krizin daha sonuna gelmedik. Nerede olunduğu bile bilinmiyor. ABD yönetiminin Kongre’den geçirmeye çalıştığı kurtarma paketinin gerçekten kurtarıcı olup olmadığı bilinmiyor. Batma sırasının kimde olduğu bilinmiyor. Bu krizin dünyaya nasıl yayılacağı, hangi ülkeleri nasıl etkileyeceği bilinmiyor. Bilinen bir şey var, krizin kimi nasıl vurduğu.

Dünyanın en büyük sigorta şirketi AIG battığı zaman eski üst yöneticisi Maurice Greenberg şirketteki USD 3.1 milyar dolayındaki hisselerini de kaybetti. Greenberg’in elinde kalanlar şunlar: Özel uçağı, Manhattan’daki dairesi, New York banliyösündeki kâşanesi, USD 161 milyon nakit para.

ABD emekçileri ne kaybetti? Aşağıda iki kroki var. Birinci kroki Cleveland kentindeki zenci ailelerin mahallelere dağılımını gösteriyor. (Politik olarak doğru olmak isteyen arkadaşlar Afro-Amerikan aileler diyebilir).

İkinci kroki sadece Deutsche Bank’in Cleveland’da el koyup satışa çıkardığı evlerin mahallelere dağılımını gösteriyor:









İkisini üst üste koyun, ne görüyorsunuz?